30 Kasım 2012 Cuma

ÇOCUKLARIMIZIN KILIK KIYAFETİ ‘MÜBAREK’, TÜRBANI ‘HAYIRLI’ OLSUN…

Hükümet, oyununun son perdesini sahneye koydu… Öğrencilere kıyafet serbestliği… Bundan sonra ‘önlük’ yok, isteyen öğrenci istediği kıyafetle okuluna gidebilecek…
Yani zenginler okuyacak, fakirler okuyamayacak… Türkiye’de eğitim-öğretim devri kapanacak…
Maddi durumu iyi olan varlıklı aileler, çocuklarına her gün başka başka kıyafetler giydirip, okula gönderecek… Maddi durumu iyi olmayan ailelerin çocukları ise aynı sınıf ve sıraları paylaştıkları arkadaşlarının görüntüsü karşısında ezilecek… 3-5 kıyafet dışında giyebilecek kıyafetleri olmadığı için, yaşadıkları eziklik, özenme, kıskanma vb. durumlar nedeniyle okuldan soğuyacak… Bazıları ailelerine kıyafet yönünde baskı yapacak, bazıları bu duruma hırçınlık yaparak tepki verecek… Zaten zor durumda olan aileler, çocuklarının yaşadığı bu eziklik karşısında daha da perişan olacak ve çocuğuna eğitim aldırmak bir işkence haline dönüşecek…
Çocuk daha 5,5 yaşında ikinci sınıf vatandaş olduğunu bizzat hissedecek… Zengin-fakir ayrımı 5,5 yaşından itibaren çocukların önüne getirilecek… Bu uygulamayla hükümet, muradına erecek…
Biz, bizler, siz, sizler mi ne yapacağız… 15, bilemediniz 20 gün bu konuyu dillendirip, çarşaf çarşaf açıklamalar yapacağız… Belki küçük topluluklarla alanlara çıkacağız, mitingler düzenleyeceğiz…
Sonuç mu; Hükümet erecek muradına, biz çıkacağız kerevetine!
Her şeye boyun eğdiğimiz ve ses çıkarmadığımız gibi bunu da kabulleneceğiz kısa sürede…
Hükümet alıştı bizim sessizliğimize… Oyunun son perdesi de sahneye konulduktan sonra; Hükümet sağ ve selamet, vatandaş Allah’a emanet…
Çocuklarımızın kılık kıyafeti ‘mübarek’, türbanı ‘hayırlı’ olsun…






29 Kasım 2012 Perşembe

‘ASKER’İ ‘MÜŞTERİ’ OLARAK BİLEN ÖĞRENCİ!- köşe yazımın tam metni

Hay Allah meğer Keşan’da neler oluyormuş da haberimiz yokmuş… Ben de çok okuyup çok gezdiğim için her şeyden haberdar olduğumu düşünürdüm… Meğer en kritik noktalardan haberdar değilmişim!
Keşan’da vatandaşım nelerle karşılaşıyormuş, neler yaşıyormuş, nelere şahit oluyormuş hiç haberdar değilmişim… İşte bunlardan bazı örnekler…
                                                 *****
Türkiye’nin bir memleketinde yaşayıp da, kızını, kazandığı okula kaydettirmek için Keşan’a getiren ve şirin ilçemizde 2-3 gün misafir olan bir beyefendi, rahatsızlanan kızına ilaç almak için nöbetçi eczane arar… Tesadüf ki o gece nöbetçi eczane bizim meşhur içkili mekanların bulunduğu sokağa yakın bir yerdedir ve bu baba eczane ararken bu sokaktan geçer… Gördüğü manzara karşısında irkilen ve ‘kızımı ben nasıl bir memlekete emanet edeceğim, ateşe mi düştük’ diyen baba, ertesi gün de esnafla sohbet edip, duyduğu endişeyi paylaşır ve kızının eğitimini hiçe sayıp, kaydını sildirir ve memleketine geri götürür…
                                                *****
Yine Roman vatandaşlarımın yoğunlukta olduğu bir okulda bir öğretmen, kız öğrencinin birine asker (er) resmi göstererek, öğrencinin bilgisini sınamak için ‘bu kim?’ diye sorar…
Resme bakan öğrenci ikilemeden ‘müşteri!’ diye cevap verir…
                                                *****
Bir gün teyzesi ile birlikte Keşan’da bir caddede yürürken; bir kuaförden cep telefonu ile çıkan bir kadının, ‘önce ona veririm… tamam be ne kızıyorsun önce sana veririm… offf isterseniz hepinize birden aynı anda veririm…’ dediğine şahit olan bir bayan kendini tutamayıp, ‘Allah belanızı versin, Keşan’ı rezil ettiniz, pislikler, sizin yüzünüzden memleketimizde huzur kalmadı’ demiş… Bu sözler üzerine telefondaki konuşmasını yarıda kesen ve kendisine bu sözleri sarf eden kadına ‘bana mı söylüyorsun, bana mı söylüyorsun’ diye hiddetlenen kadın tam çıngar çıkaracakken, araya birileri girip olası bir faciayı önlemiş!
                                               *****
Ve bunun gibi birçok örnek var memleketimizde yaşanılan sevgili vatandaşlarım… Tabii bu örneklerin hepsi ‘kötü örnek’ ve ‘yüz karası’ sayılabilecek şeyler…
Keşan’daki içkili eğlence yerlerinin sokağa taşan görüntüsü nedeniyle bir kız çocuğunun eğitimini alamadan geri dönmesi; ilkokul çağında bir öğrencinin, bulunduğu ortamda, izne çıkan erlerin sık dolaşmasından ötürü askeri ‘müşteri’ olarak görmesi, yine para karşılığı vücudunu satan bir kadınla, şahit olduğu konuşmalara tahammül edemeyen bir hemşehrimizin yaşadığı durum...
Keşan’da tarım, hayvancılık, turizm ve ticaretin ön planda olduğu dile getirilip duruyor… Sanıyorum bu 4 ayaktan en önemli payı ticaret alıyor, hem de katkılı ticaret… Bu ticaretin adı da: kadın ticareti…
Kadın haklarını savunan, kadına şiddeti her platformda dile getirenlere sevgi ve saygılarımla...

28 Kasım 2012 Çarşamba

‘ASKER’İ ‘MÜŞTERİ’ OLARAK BİLEN ÖĞRENCİ!

:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

Keşan’da tarım, hayvancılık, turizm ve ticaretin ön planda olduğu dile getirilip duruyor… Sanıyorum bu 4 ayaktan en önemli payı ticaret alıyor, hem de katkılı ticaret… Bu ticaretin adı da: kadın ticareti…

::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

Keşan'da neler oluyor, vatanşımız nelerle karşılaşıyor... Köşe yazımı sadece Önder gazetesinin yarınki (29 Kasım 2012 perşembe) sayısında bulabiirsiniz...

27 Kasım 2012 Salı

EZANDAN SONRA EVE GİDEN KADINLAR DİKKAT!

Dün sabah bismillah, gazeteye gitmek üzere park ettiğim aracımdan indim iki adım attım atmadım bir beyefendi kesti yolumu... Önce ‘günaydın Neşe Hanım’ dedi ve daha selamının karşılığını vermeden, ‘hep erkeklerin aldatmasını konu ediyorsunuz kaleminize, bir de şu ezandan sonra evine gidip, erkeğine sahip çıkmayan kadınları da yazsanıza!’ diye ekledi...
O anda yanlış bir kelime sarf etmemek adına cevap veremedim kendisine… Çünkü beyefendinin tabiriyle ‘ezandan sonra’ evine giden ve gitmeyen kadınları sınıflandırmalıydım önce…
Bir; çalıştığı ve mesai saati bitmediği için ezandan önce evine gitmeyen kadınlar, iki; mesaisi olmayıp da ezandan sonra bazen evine geç giden kadınlar, üç; mesaisi olmadığı halde evine sık sık ezandan sonra giden kadınlar…
Takdir edersiniz ki, saatlerin geri alınmasıyla birlikte akşam ezanı 17.00 sıralarında okunuyor… Malum o saatlerde daha devlet daireleri bile kapanmıyor ki, özel sektörden söz etmiyorum bile…
Ancak… mazereti olmadığı halde, sık sık evine ezandan sonra giden ve bunu alışkanlık haline getirip, kocasını ve evini ihmal eden kadının da vardır elbet bir nedeni… Ya kendine manita yapmıştır ya da sevgili…
Erkekler yapınca iyi hoş da kadınlar yapınca niye erkeklere batıyor ki…
Baktı kadın kocadan hayır yok, gözü hep dışarıda… Ona da merak saldı, aradı mutluluğu başkasında… Erkekler mekanda, kadınlar sokakta… Çocuklar ve gençler de Allah yolunda!
Ne diyeyim Allah aşkına… Koca karısına, kadın da kocasına sahip çıksın, elalemi de merakta bırakmasın…
‘Ezandan sonra’ evine giden kadınlar da ayağını denk alsın… Elalem işi gücü bırakmış, dedektifliğe başlamış!

TÜRKİYE, VATANDAŞ KAZANIYORMUŞ HİKAYE!

Özetle ve yine tüm okurlarımın anlayacağı bir ‘öz Türkçe’ ile ifade etmeye çalışacağım sizlere düşüncelerimi... ‘öz Türkçe’den kastım da fazla eveleyip gevelemeden, taşı havaya değil, direkt kucağa atmak...
Siyasette hepimizin sıkça duyduğu bir kelime vardır ‘kazanan Türkiye, kazanan Keşan, kazanan falanca yer...’ diye... Hani bir yatırım yapılsa siyasilerin ağzından bu ve eş anlamlı kelime ya da cümleleri duyarız ekseriya... Gerçi bu aralar devletimin kadrosunda yer alan memurundan da sık sık duyar olduk bu kelimeleri...
Ülkeme ya da memleketimin falanca yerine yol yapılıyor, birileri çıkıyor ‘Türkiye kazanıyor’; Edirne veya Keşan’a bir yatırım yapılıyor, birileri çıkıyor, ‘Edirne ya da Keşan kazanıyor’ diyor... Arkasından da ‘vatandaşımız, halkımız, hemşehrilerimiz için’ deniliyor... Neymiş efendim; modern, çağdaş, medeni, rahat ve huzurlu bir yaşam için ve gelecek nesli düşündükleri için...
Benim tabirimce ‘tırışkadan nağmeler...’
Sizin tabiriniz nedir, bilemiyorum...
Bu ülkeye ne yapılıyorsa benden, sizden, ondan, şundan, bundan... yani vatandaşımın cebinden çıkan paralarla yapılıyor... O saydıkları yatırım ve hizmetler için ceplerinden bir kuruş para mı çıkıyor... Hepimizden alıyorlar, bize de ‘hizmet ediyoruz’ diye yutturmaya çalışıyorlar... Tamam hizmetin başka alternatifi yok, bunu anlarız ama neden ‘Türkiye ya da herhangi bir yer kazanıyor’ diye telaffuz ediyorlar... Yapılan yatırımlarda esas kazananın ‘ihaleleri kapanlar’ olduğu neden hiç dile getirilmiyor...
Keşan-Gelibolu kara yolunu örnek vereyim ya da Keşan-Edirne kara yolunu, kavşaklar da dahil olmak üzere... Yol yapılıyor, hizmet geliyor, Türkiye kazanıyor... Kimin paralarıyla? Hepimizin paralarıyla... Peki bu yol yapılırken, devlet ihale açıyor mu? Açıyor... İhale ‘falanca’ kişiye kalıyor... Devlet, hepimizin ödediği paralardan yol için ayırdığı meblağı kime veriyor? İhaleyi alana... Tabii ihaleleri kazanan firma, şirket, vs.ler yapılan yatırımlar için bir bedel harcıyor ve onun karşılığını devletten alıyor... Hatta birçok ihalede de ‘en düşük’ fiyat teklifini veren firma, şirket vs.ler kazanıyor... Ama neticede en düşük fiyat teklifi de sunsa, babasının hayrına o işi yapmıyor... Mutlaka bir kâr payı kalıyor, hem de iyi bir kâr payı...
Ve.. gerek devlet gerek yerel yönetimler tarafından açılan ihaleler de belirli firma, şirket veya kişilerde dönme dolap oluyor!..
Düne kadar ismi cismi duyulmayan ve varlığından haberdar olmadığımız isimler, 5-10 ihaleyi kaptıktan sonra köşeyi dönüyor!
Anlayacağınız, ‘Türkiye kazanıyor, Keşan kazanıyor, vatandaş kazanıyor’ biraz hikâye oluyor... Bir yiğit çıkıp da ‘halkımızın, sizlerin ödediği vergilerle hizmet getiriyoruz; ihaleyi kazanan da parsayı kapıyor!’ demiyor... Bizim paralarımızla birilerini zengin eden devlet, ‘yatırım, hizmet’ deyip göz boyamaya çalışıyor... Ancak artık can boğaza geldi, gözde yaş dinmiyor, dolayısıyla da boyalar akıyor!
Keşan merkezden, Gelibolu veya Edirne’ye seyahat etmenizi ve kavşakları gözlemlemenizi tavsiye ediyorum... Her iki yol da hâlâ yapım aşamasında ve hiçbir kavşakta cep yok... Bu yolların yapımını planlarken hiç mi işin ehli birine sorulmadı ya da danışılmadı... Ya da devlet erkanı yol projelerini incelemeden, ihaleyi birilerine gözü kapalı mı yamadı!..
Hepimizin paralarını bu kadar fütursuzca harcama lüksünün nereden bulunduğunu soruyor ve ilgilileri ‘çok methettikleri’ yolları, makam arabasının arka koltuğunda değil, direksiyon başına geçip, yolu kullanarak incelemeye davet ediyorum...

26 Kasım 2012 Pazartesi

DENGEYİ TUTTURABİLİRSENİZ İKTİDAR OLURSUNUZ!



21 Kasım 2012 Çarşamba günü, CHP Genel Başkan Yardımcısı Gökhan Günaydın'ın katılımı ile İpsala'da "Tarım ve Çeltik" mitingi yapıldı. Miting, CHP Edirne İl Örgütü tarafından düzenlendi... Katılım muhteşemdi... Gitmedim ama internete düşen fotoğraf ve haberlerden yaklaşık 4000 bin çeltik üreticisinin katıldığı bilgisine ulaştım...
Sayın Günaydın, İpsala mitinginden önce Keşan'da öğle yemeği, miting sonrası CHP İlçe Örgütü ve Keşan Belediye Başkanlığı ziyareti, ziyaret sonrası da tekrar İpsala'ya giderek akşam yemeği davetine katıldı.
Ne mitinge ne ziyaretlere ne de yemeklere katılmadım...
Neden mi? Romatizmam tuttu, kalbim sıkıştı, bel fıtığım nüksetti, baş ağrısı, diş ağrısı, kulak ağrısı derken bir sürü engel çıktı ve ne mitinge gidebildim ne ziyaretlere katılabildim ne de yemeklerde bulunabildim!
Miting, ziyaret ve yemeklere katılmama mazeretlerim sanırım CHP'lileri tatmin etmiştir... Yoksa 'bomba' haberi takip etmez olur muydum... İki elim kanda olsa giderdim alimallah... Çok şükür ellerim kanda değildi ama bütün sağlık sorunlarım denk geldi bu güne...
Aslında üzüldüm bütünleşen manzarayı da kaçırdığıma... Ne güzel Keşan-İpsala kara yolunda seyredecek, bu kara yolu üzerinden geçerken de hem müzikli eğlence yerlerini görecek, ardında da ana teması 'çeltik' olan mitingle bütünleştirecektim! Ama aksilik bu işte kaçırdım!
Ancak… mitingi kaçırsam da, duygu, düşünce ve temennilerimi iletmekte geç kalmadım…
Saygıdeğer CHP’liler… Bırakın çeltikçiler kendi haklarını kendileri arasınlar… Hele büyük çeltikçilerin işine yine hiç karışmayın… Devlet desteklemeleri öderken vallahi bankada para kalmıyor!.. Allah onlara daha çok versin, yok gözümüz ama bu kadar tantanaya gerek yoktu doğrusu… Bu tantanayı gariban vatandaşım için verin de bir işe yarasın… Sokaklara dökülecekseniz, miting düzenleyecekseniz ‘sokaktaki’ vatandaşım, ‘gariban’ halkım için yapın bunu…
İyisiniz, hoşsunuz, hepinizi çok seviyorum ama bir de dengeyi tutturabilseniz o zaman iktidar olursunuz  merak etmeyin!...


24 Kasım 2012 Cumartesi

‘OKUMA-YAZMA’ ÖĞRETMEK YERİNE ‘DADILIK’ YAPAN ÖĞRETMENLERİMİZİN GÜNLERİ KUTLU OLSUN...

Bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü… Başta Başöğretmenimiz Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, 31 yıl 4 ay fedakarca öğretmenlik mesleğini yapan babam Salih Tosun, ilk öğretmenim Münire Alparslan ve tüm öğretmenlerimin ve öğretmenlerimizin günleri kutlu olsun…
Ben öğrenciliğimi ‘öğretmenlik’ mesleğine en saygı duyulan ve değer verilen yıllarda yaptığımı düşünüyorum…
O zamanların öğrencileri de öğretmenleri de çok şanslıydı bana göre…
Aileler çocuklarını ‘eti senin kemiği benim’ diyerek, güvenle teslim ederdi öğretmenlerine… Öğrenciler, ailelerinden daha ön planda tutardı öğretmenlerini… Saygıda kusur etmezler, en az anne babaları kadar severlerdi öğretmenlerini… Aslında geçmiş zamanlardaki öğretmen-öğrenci ve aile ilişkisini anlatacak o kadar çok şey var ama bunu anlatmaya ne kelimeler ne de sayfalar yeter…
Şimdiki zamanın öğretmenleri… Çok özür dileyerek sizin gününüzü şöyle kutlamak istiyorum…
Öğrencisini teslim eden ve ‘Çocuğumun kılına zarar gelirse senden bilirim… 30 kilo teslim ediyorum, yıl sonunda 55 kilo isterim’ diyen velilerin çocuklarını okutan öğretmenlerimizin GÜNLERİ kutlu olsun…
Okullarda defile yapan, öğretmenlerinden daha ‘şık’ giyinmeyi marifet sayan ve bu konuda ailesinden destek alan öğrencileri okutan öğretmenlerimizin GÜNLERİ kutlu olsun…
Okullarda idareci ve öğretmenden daha fazla söz ve hak sahibi olan, parası bolsa öğrencisine öğretmen tercihi yapmayı çocuk oyuncağı sanan velilerin çocuklarını okutan öğretmenlerin GÜNLERİ kutlu olsun…
En çok da öğretmenlik mesleğini seçerken belli branşlarda eğitim alan ancak bugün ebeveynlerinin yanında olmaları gereken bebelerin eğitimini üstlenen öğretmenlerimizin GÜNLERİ kutlu olsun…
Çocuklara kalem tutmayı, okuma-yazma öğreteceği halde, dadılık yapan, bunu yapmaya mecbur tutulan siz saygıdeğer öğretmenlerimizin GÜNLERİ KUTLU OLSUN…


22 Kasım 2012 Perşembe

KEŞANLILARA ‘HARAM’, İPSALALILARA ‘BAYRAM’...

Keşan'ın düşman işgalinden kurtuluşunun 90. yıl dönümü olan 19 Kasım'da Keşan'da "Protokol ve Çelenk Töreni", İpsala'nın düşman işgalinden kurtuluşunun 90. yıl dönümü olan 20 Kasım'da ise İpsala'da "Kurtuluş Bayramı" yapıldı.
Hükümet, Keşanlılara bayramı 'haram' İpsalalılara 'helal' etti...
Söyleyin bana bunun izahının "Öz Türkçe" karşılığı başka bir şey olabilir mi?
Yoksa İpsala'nın bayram programını hazırlayan komitesi sihirbazdı da Keşan'ınki hokkabaz mı?
Nedir İpsala'yı Keşan'dan farklı kılan? Topu topu 26 kilometre mesafede olan aynı ile bağlı iki ilçe, en büyük mülki amirler Kaymakam, yerelde iktidar her ikisinde de CHP ve bir gün arayla kutlanan kurtuluş yıl dönümü...
Ancak Keşan'da protokolden oluşan topluluğun katılımıyla; çelenk koyma, saygı duruşunda bulunma, İstiklal Marşı'nın söylenmesi, günün anlam ve önemini belirten konuşma ve tören alanını terk!
İpsala'da ise bütün bunların yanı sıra; protokol tarafından “halkın bayramı”nın kutlanması, İpsala Avcılar Derneği’nce hazırlanan Milis Kuvvetleri’nin şehre girişi, Milis Kuvvetleri tarafından esaret zincirinin kırılması, kurtuluş ve hürriyet sembolü kızın örtüsünün alınması ve Milis Kuvvetleri Komutanı tarafından Türk Bayrağının İpsala Kaymakamı Mehmet Ali Gürbüz’e sunulması, Gürbüz’ün Milis Kuvvet Komutanı ve Hürriyet Kızına plaket takdim etmesi, öğrencilerin şiir okuması, derece alan öğrencilere ödüllerinin verilmesi, folklor ve halk oyunları gösterileri, esnafın resmi geçit töreni...
Ve... Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın İpsalalılara gönderdiği kutlama mesajı...
Anlayacağınız İpsalalılara ‘halk’ bayramı, Keşanlılara ‘hava gazı!’
Ben de aldım gazı... Hükümeti taşladım, vatandaşımı da haşladım!..
İşin komitede bittiğinin falına bakmam gerektiğini hesaplayamadım...
O nedenle sevgili hemşehrilerim Komitemiz ‘mübarek’ olsun, bayramımızı kutlamamıza izin vermedikleri için Allah haklarında hayırlısını ihsan eylesin! Kalalım sağlıcakla!





20 Kasım 2012 Salı

MEĞER ZORUMUZ ÇENGİYLEYMİŞ!

Aman sevgili hemşehrilerim... Ben ettim eyledim siz affedin... Derdinizi, tasanızı bilemedim... Boş yere size davette bulunup, milli bayramlarımıza, kurtuluş günlerimize destek vermenizi istedim... Önce falınıza bakıp, içinizi okumam gerektiğini düşünemedim... Hükümet’i de boş yere eleştirdim...
Benim hemşehrilerimin meğer hiç derdi tasası yokmuş... Keşan’ın düşman işgalinden kurtuluşunun 90. yıl dönümü nedeniyle ‘kısıtlı kutlama’ da olsa törene katılmamalarının çok geçerli sebepleri varmış... Gece balo yapılacak... kostüm, saç, makyaj derken epey zaman alacak... Kuaförde sıra beklenecek, dükkanlar kıyafet seçeneği için didik didik edilecek... Baloda şık görünmek varken, Keşan’ın düşman işgalinden kurtuluş töreni kısıtlanmış kısıtlanmamış ne fark edecek...
Sabah 09.00’da Cumhuriyet Meydanı’nda olmasını hayal ettiğim ve arzuladığım kalabalığı, akşam saatinde Köşk Düğün Salonu’nda görünce doğrusu kendi kendime söylendim... Hani gazetemiz basılmamış olsaydı, ‘çıkarın yazımı, herkes memnun halinden’ diyecektim... Bu mümkün olmayınca da bu günü sabırsızlıkla bekledim... Hemşehrilerimin ‘meğer zoru çalgı çengiymiş’, dik duruş, karşı çıkış, hak arama ne işlerine gelecekmiş...
Eee... Sevgili hemşehrilerim... Ben de akşamki manzaradan sonra türlü türlü hayaller kurdum... Hükümet’in patlattığı her ‘zam’ bombasını davul sesi diye kurgulayıp, hemşehrilerimi oynattım... Yılda yapılan 3-5 kuruşluk zamları da hemşehrime ‘şaba’ diye yapıştırdım... Sonra da Kurtuluş Bayramı’mız kutlu olsun diye liralar bastırıp, banknot banknot dağıttım...
Vatan topraklarımızın düşmandan kurtuluşunun coşkusunu kutlamamızı engelleyenleri kutluyor(!), ‘biz her şeyi hak ediyoruz’ diyorum...










19 Kasım 2012 Pazartesi

'COP'TAN MI KORKTUNUZ, 'TAZYİKLİ SU'DAN MI YOKSA 'TAŞLANMAKTAN' MI?

Keşan'ın düşman işgalinden kurtuluş günü olan 19 Kasım'ı bu yıl coşkuyla kutlayamadık. Hükümet tarafından milli bayramlarımızdaki kutlama programlarına getirilen kısıtlama, kurtuluş bayramlarımıza da getirildi.
Keşan'ın düşman işgalinden kurtuluşunun 90. yıl dönümü coşkusunu yaşamamıza izin verilmedi...
Hayır efendim... Yukarıda yazdığım paragrafın son cümlesine katılmıyorum... 'Yaşamamıza izin verilmedi...' Eğer yaşamak isteseydik, bizi kim engelleyebilirdi... 60 bin nüfuslu Keşan'da 5 bin, 5 bini geçtim 3 bin, 3 bini de geçtim bin kişi Cumhuriyet Meydanı'nı doldursaydı buna kim engel olabilirdi...
Polis copla sizi kovalayacak diye mi korktunuz... Üzerinize tazyikli su sıkılacağından mı çekindiniz... Gökten taş yağacağından mı sakındınız... Keşanlıların kurtuluş coşkusunu yaşamasına engel olan sebep neydi?
Yoksa; geçit töreni yapılmayacağından ve her yıl resmigeçitte 5-10 kuruşluk hediyeler atan araçlar olmayacağından mı gelmediniz!
Yoksa; nasılsa CHP'li milletvekilleri Ankara'dan kalkıp geldi, 'biz sıcak yatağımızdan çıkmayalım, onlar bizim hakkımızı aradıkları gibi bayramda da temsil ederler' diye mi düşündünüz...
Yoksa; 'mazallah iktidar partisi temsilcisi de alandadır, aman kızanım hazır işe yerleşti, hükümetim bayramı yasaklamış, benim gitmek ne haddime, etmeyeyim kızancığımı ekmeğinden' diye mi iç geçirdiniz...
Yoksa; 'bu topraklarda yaşamaz olaydık, gavur olmak varken ne demeye Türk olduk, hükümet hazır satıyor, Keşan'ı da satsın da rahatlayalım' diye mi bekliyorsunuz...
Öncelikle kutlama programının yapılmayacağından haberli ya da habersiz gelerek, tören alanında yer alan sevgili hemşehrilerime şükranlarımı sunuyorum...
Ancak; polisin copundan korkan, tazyikli sudan çekinen ve taştan sakınan hemşehrilerim; eline Türk bayrağı alarak sadece bayram coşkusunu kutlamak için alana gelen hiç kimseye hiç kimse birşey yapmaz...
Ancak; 5-10 kuruşluk hediyeyi size 365 günden herhangi bir gün birileri verebilir ama 365 günde 19 Kasım sadece bir gündür...
Ancak; CHP'li milletvekilleri yediğinde içtiğinde sizin karnınız doyuyor mu, onlar uyuyunca siz uykunuzu alabiliyor musunuz... Tabii ki hepimizin milletvekilleri ve bizleri savunacaklar, hakkımızı arayacaklar ama önce biz hakkımızı kendimiz arayacağız ve temsilcimiz figuran değil kendimiz olacağız... Kişi ancak kendi varlığını ortaya koyarak kendini temsil edebilir... Başkalarının sizi temsil etmesi şekilcilikten öteye geçmez...
Ha... kızancıklarınız için olan kaygınıza gelince... İş'ten geçin de önce yaşadığınız, on binlerce şehit kanıyla sulanmış topraklarımıza sahip çıkmayı öğrenin... Bu gidişle yarınlarda çocuklarınız bırakın işi, 'vatanım' diyebileceği toprak bulamayacak... İş her yerde, her zamanda mümkündür, bulunabilir, kazanılabilir ama bu topraklar elden giderse, kendimize yatacak toprak bile bulamayız...
Bundan sonra gelecek tüm milli bayramlarda ve kurtuluş bayramlarında, Keşan halkını duyarlı olmaya ve milletine ve değerlerine sahip çıkmaya davet ediyorum.
Ne mutlu Türk’üm, Atatürkçüyüm diyene!

BÜYÜK FOTOĞRAFI KAYMAKAMDAN ÖNCE YAKALADIM!


16 Kasım 2012 Cuma günü Keşan Kaymakamı Bekir Dınkırcı tarafından yapılan köy ziyaret ve inceleme gezisine katılmak üzere saat 09.00’da aracımın kontağını çevirdim ve Yerlisu köyüne gitmek üzere yola koyuldum. Araca bindiğim an itibarı ile de şu köy gezileri bir bitse de Sayın Kaymakamımızın sürekli telaffuz ettiği ve dile getirdiği “Büyük Fotoğrafı” görsek diye düşündüm...
Bunu düşünürken de Enez Kavşağı’ndaki ışıklara gelmişim, kırmızı ışık yanıyor ve bekleme süresi 56 saniyede... Bir sigara tellendirir miyim bu sürede diye telaşa kapılıp, aracımın camını açarken, birden elinde bir kasa, içinde simit dolu bir tepsi ile 10-12 yaşlarında bir çocuk bitiverdi önümde... Bu çocuk kavşakta bulunan çimleri geçerek, kasasını koydu, simit tepsisi elinde konuşlandı kavşağa... Bu durumda sigara tellemeyi unutan ben, fotoğraf makinemi çantadan çıkardığım gibi aldım birkaç kare... Tahminen babasıydı bu çocuğun Enez istikameti tarafındaki çim içinde simit tepsisi ile bekleyen ama 56 saniyelik süre sona erdiği ve hareket etmek gerektiği için ilerlemek zorunda kaldım ben...
Aslında baba oğul çekmek ve aynı karede görüntülemek isterdim ama arkamda bekleyen araç olunca, mecburen ilerlemek zorunda kaldım yoluma...
Evet... Henüz köy ziyaretleri başlamadan ilk haberimi koymuştum cebime... Onun için de keyifle ilerledim gideceğim yere... Köy ziyaretleri bitiminde ise o kadar çok nüfus azalması ve doğurganlık olmamasından bahsedildi ki, ‘haber’ diye düşündüğüm bu olay kaldı benim köşeye...
Çünkü geriden gelen nüfusun azlığı, çocuk sevgisinin özlemi ve gelecekte yaşlı bir nüfusun bizi beklediği dile getirilmişti... Yine eğitimin önceliği ve öğrenci-öğretmen-veli ilişkisinin önemi ifade edilmişti ziyaretlerde...
Aslında Sayın Kaymakamımız ve beraberindeki heyet, tahmini benden 30 dakika sonra geçti aynı kavşaktan. Bu çocuğun elindeki tepside en az 100 simit vardı ve yarım saat içinde satması mümkün değildi... Acaba bu heyet okul çağında olan ve okul saatinde babası ile birlikte kavşakta konuşlanan bu çocuğu görmemişler miydi? Eğer görmemişlerse acaba “Büyük Fotoğrafı” hangi gözle göreceklerdi!
Okul çağında, ders saatinde bir çocuk kavşakta simit satıyor... Babası da aynı kavşakta karşı tarafta...
Sonra da ‘geriden gelen nüfus azalıyor’ diye sitem ediyoruz... Şu andaki nüfusa ne verebiliyoruz, ne kadar sağlıklı yaşam sunabiliyoruz ya da aileleri sunabiliyor da geriden gelen nüfusun azalma endişesini yaşıyoruz... Eğer çocuklarımıza bir gelecek sunamayacaksak, okul saatinde ve en tehlikeli olan kavşak noktalarında simit sattırıp aile bütçesine daha 10-11 yaşlarında katkıda bulunmasını eğitimini hiçe sayarak bekleyeceksek bizim ‘çocuk’ neyimize...
Önce; iş ve aş imkanı yaratın, ondan sonra ‘geriden gelen nesil tehdit altında’ deyin... Geriden gelen nesle ekmek yoksa, tehlike asıl o zaman baş gösterir...
O nedenle sayın hemşehrilerim ben, fotoğrafın büyüğünü Kaymakamdan önce yakaladım!



17 Kasım 2012 Cumartesi

BAŞBAKAN ANLATAMAMIŞ!..

Keşan Kaymakamı Bekir Dınkırcı, köy gezi ve incelemelerine devam ediyor... Dün bizzat katıldım ve köylülerin 'bebek' sevme özlemini anlatmalarına şahit oldum... Ancak öğrendim ki aynı sıkıntı Keşan'da da varmış... Sıkıntı derken, ileriye yönelik nüfus kaygısı... Nüfus artışında azalma, yeni doğan çocuk sayısında düşüş...
Bu arada köylülerin birbirleri arasında yaptıkları espriler de oldu... Başbakanımız '3 çocuk yapın' diye bas bas bağırıyormuş ama onlar 1 çocuk bile bulamıyormuş...
Bulamazsınız tabii ki... Başbakan '3 çocuk' dedi bizimkiler 'çocuk'u 'kadın' anladı...
Başbakanın yeniden çıkıp, Trakyalılara özel konuşma yapması; altını çize çize de '1 kadından 3 çocuk' diye açıklamada bulunması lazım...
Trakya'da durumu yanlış anlayan erkekler, sırf Başbakan'ın hatırını kırmamak(!) için 1 tapulu, 1 dost ve 1 de metres olmak üzere kadını 3'lediler... Ev, otel ve mekan arasında gezmekten '3'ü bir arada yaptılar ama para basmaktan da çocuğa vakit bulamadılar...
O nedenle bizde nüfus artışında azalma, mekan ve metres artışında da çoğalma oldu... Ne zaman dostlar ve mekanlar azalırsa, evde daha çok vakit geçirecek erkeklerin 'çocuk' artışına katkıda bulunacağını düşünüyor; Başbakan'ın, tarif verirken Trakya'daki erkeklere özel menü uygulamasını diliyorum... Yoksa sizin 'çocuklar' bizde 'kadın' diye algılanırsa, nüfusta düşüş olur ama kıyameti erken getirir!..

15 Kasım 2012 Perşembe

ERKEK İSTİYOR BİR GECE HURİLER İSTİYOR 500 TL -köşe yazımın tam metni...

Zamane çocukları ve gençleri... Eskiden yani bizim zamanımızda televizyon kanallarını Türk filmleri süslerdi... Dizi filmler de vardı ama yabancı dizi filmleri... Biz Kemal Sunal’ın, Adile Naşit’in, Filiz Akın’ın, Türkan Şoray’ın, Cüneyt Arkın’ın, Kartal Tibet’in ve sayamayacağım birçok sinema sanatçısının filmlerini izleyerek büyüdük. Şu anda hayatta olmayanların ruhları şad olsun... Bu sanatçıların başrol aldığı filmleri de ailelerimizle birlikte izler, kimilerinde güler, kimilerinde ağlardık aile boyu...
Şimdi hemen hemen bütün kanallarda yabancı diziler değil Türk dizileri yer alıyor... Şimdi diyeceksiniz ‘Neşe Hanım yine ne çıkaracak bu filmlerden ve zamane çocuk ve gençlerinden...’ diye...
Geçenlerde bir grup gencin bulunduğu bir ortamda tek başıma oturuyorum... Aslında çok kulak misafirliği yapmak huyum değildir... Kulaklarım ağır işittiği için :) Ama gençler o kadar yüksek sesle ve kahkahayla şakalaşıyorlardı ki aralarında, duymayan kulaklarım anten oldu bir anda!
Önce bir Türk filminde rol alan bir Rus kadınının konuşmasını taklit ediyor bir genç kızımız...
- “Sen istiyor bir gece ben istiyor 100; sen istiyor duş ben istiyor 200...”
Sonra bir başka genç kız ve delikanlı meşhur mekanlarımızı işaret ediyor ve şakalaşıyorlar yine aralarında...
- “Mekana giden adam istiyor bir bira, hatun istiyor 1 bilezik; yine adam istiyor 1 saat, hatun istiyor 500 TL; adam istiyor 1 gece, hatun istiyor mülk!”
Yine başka bir delikanlı katılıyor kendilerine göre şamataya...
- “Babalar istiyor 1 gece; paracıklar gidiyor hurilere... Mekancılar ve huriler oluyor köşe; bizim paralar gidiyor b.k cennetine...”
Gençler bu ve benzer şakalaşmaları yaklaşık 1 saat yaptılar aralarında... Ben mi ne yaptım... Vallahi ‘bu mekanların tadını(!) gençler de almış’ diyerek, onlar kalkana kadar yerimden kıpırdamayıp, bütün sohbetlerini dinledim...
Ne diyeyim... Sonunda mekanlarımız gençlerimizinde diline düşmüş... Boşuna ‘marka’ diye telaş yapmayın, biz ‘markamızı’ bulmuş hatta ‘patentini’ bile almışız...



14 Kasım 2012 Çarşamba

ERKEKLER İSTİYOR BİR GECE HURİLER İSTİYOR 500 TL!

Köşe yazım Önder gazetesinin yarınki (15 Kasım 2012 Perşembe) sayısında...

DELİKANLI YAĞI NASIL MI KIZDIRIYOR?

Evet sevgili Keşanlılar, izinli olduğum süre içinde yaptığım ziyaretlerimden ara ara bahsedeceğimi belirtmiştim sizlere… Ve devam ediyorum yine…
Esnafımız dertli ama dertlerini anlatacakları bir yetkili bulamamanın da sıkıntısı var içlerinde… Hepsi proje uzmanı olmuş! İşlerinin kesatlığından gün boyunca proje çiziyorlar kafalarında… ‘Şöyle bir kapımızı çalan olsa da anlatsak düşüncelerimizi’ diye de serzenişte bulunuyorlar...
Ben, aradıkları yetkili değildim ama sıkılmadan dinledim projelerini… Hepsinin projelerinde ortak nokta ‘trafik’ sorunu ve devamında çözümü… Müşterinin yokluğundan ziyade, trafik karmaşasından çektikleri huzursuzluğu anlattı esnafım… Maliyetsiz, kısa zamanda tamamlanabilecek, çok yıkıp, kırmadan yapılabilecek projelerinden söz ettiler…
Esnafımı dinledikten sonra ‘Pazar Yeri Projesi’ni hatırlattım ve yakın bir tarihte trafik sorununun kökten çözüleceğini söyledim… Otoparkımızın olacağını, şehir merkezinde yeni bir trafik düzenlemesine gidileceğini ve beklenen ‘son’un geleceğini belirttim… Bunu söylerken de hepsinin gözünde bir ışık aradım… Mutlu sona ‘ramak’ kaldı ışığı… Ancak bu ışığı göremedim maalesef… Ne Pazar Yeri Projesi’nin işlevselliğinden ne de altına yapılacak otoparktan umutlular…
Gün boyunca yaptığım, esnafımın umutsuzluklarını dile getirdikleri ziyaretlerimin ardından akşam da bir ev gezmesine katıldım…
Aslında akşam gezmesine giderken neşesizdim ve keyfim kaçıktı… Pek keyif alacağımı da düşünmüyordum… Ancak beklediğimden farklı bir gelişme oldu… Kahvelerimizi içtikten sonra, arkadaşımla aramızda olan samimiyet nedeniyle, izin istemeden mutfağına doğru yöneldim… Arkadaşımın oğlu da eve geleli yarım saat olmuş ve bizi rahatsız etmeden doğru mutfağa geçmişti… Mutfağa ilerlerken hızlı hızlı bir konuşma sesi de işittim… Mutfağa girdiğimde ise ocağın önünde duran arkadaşımın oğlunun, ocağa koyduğu tavanın başında kendinden geçercesine yaptığı davranışına şahit oldum… Tabii baştan davranışının sebebini algılayamadım… Ocakta bir tava, içinde yağ ve başında yarı küfürlü yüksek sesle konuşan 16 yaşında bir delikanlı, elinde de patates poşeti…
‘Hayırdır, nedir bu afra tafran’ dememe kalmadan ‘yağı kızdırıyorum Neşe teyze’ diye yapıştırdı cevabı bizim delikanlı… Meğer ocak yetersizmiş, bizim delikanlı yüksek sesle bağırıp, küfür ederek, yağı kızdırıyormuş!.. Delikanlının bu açıklamasından sonra bastım kahkahayı ve kutladım onu…

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ölüm yıl dönümün cumartesiye denk geldi ATAM!

Köşe yazımın tam metni Önder gazetesinin yarınki (13 Kasım 2012) sayısında...


:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::
Sevgili Atam… Gelecek yıl da ölüm yıl dönümün Pazar gününe rastlayacağı için şimdiden anma törenine katılamayacak vatandaşlarımız için özür diliyor; minnet ve şükranlarımı sunuyorum…
:::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::::

KİM BU ELALEMİN ÇOCUKLARI!!

Evlat yetiştirmek görevlerin en zorudur ebeveynler için… Hepimiz evlatlarımızı en iyi şekilde yetiştirmek, topluma kazandırmak ve iş sahibi olup, hayatını kurtarması için mücadele ederiz… Bunun içinde daha okula başlamadan evimizde eğitim vermeye başlarız evlatlarımıza… Okula başladığı andan itibaren de üzerlerine titrememiz daha da artar… Her şey evlatlarımız üzerine kurulur… Kendi hayatımızdan, yaşantımızdan fedakârlıklar yapar, onlar üzerine yaparız tüm planlarımızı… Önce evlatlarımız sonra biz…
Ancak… Evlatlarımız üzerine bu kadar titreriz de azıcık yan çizseler ya da bize göre aykırı bir davranışta bulunsalar hemen ‘elalemin çocuklarını!’ örnek gösteririz… ‘Falancanın kızı böyle, falancanın oğlu şöyle, sen niye böyle değilsin’ diye bütün sitemimizi çarparız yüzlerine…
Ben de böyle yaptım evladıma… Ne zaman bana göre aykırı davranışta bulunsa ya da istediğim bir şeye karşı çıksa veya derslerinde biraz düşük not alsa hep ‘elalemin çocuklarını!’ örnek gösterdim ona…
Hatta o kadar bunalmış ki kızım bu ‘elalemin çocuklarından!’ üniversite eğiti almak üzere İstanbul’a giderken dedi ki bana ‘inşallah yoktur o elalemin kızanları İstanbul’da!’
Tabii ben bulmaz mıyım o elalemin kızanlarından İstanbul’da… Telefonla da olsa, eskisi gibi çok sık olmasa da hep hatırlattım kızıma ‘elalemin çocuklarını!’ ara ara…
Lakin kızım bu yıl İstanbul’dan döndü yanıma… Meslek gereği işim hep dışarıda olunca, ara ara onu da aldım bazı olaylarda yanıma… İlk Ramazan Bayramı’nda yaşanan cinayet olayında oldu yanımda… Sonra farklı bir takım olaylarda… Ve en son da Kurban Bayramının 4. günü yaşanan cinayet olayında…
Geçenlerde bir konu geçti kızımla aramızda, yine ‘elalemin kızanlarını!’ örnek gösterdim ona…
Ancak kızım bu sefer yapıştırdı cevabı bana: ‘Senelerdir hep elalemin çocukları dedin ama bir kere de bir isim zikretseydin… Çok merak ediyorum bu elalemin çocukları kimler… Keşan’a döndüğümden beri alelemin çocuklarını aradım ama bir türlü bulamadım! İsim ver de öyle arayım, yıllardır hep merak ettiğim şu elalemin çocuklarını bir bulayım!’
Aman ebeveynler siz siz olun evladınıza ‘elalemin çocuklarını’ örnek göstermeyin… Sizin yetiştirdiğiniz kadar olsunlar, çok bilmesinler, çok öğrenmesinler, ‘elalemden’ değil ‘sizden’ olsunlar ama hayırlısından olsunlar… Allah herkese evladının ‘elaleminkine benzeyeninden’ değil, ‘kendine’ benzeyeninden olması dileğiyle…

8 Kasım 2012 Perşembe

YILLAR SONRA 2 MEKTUP, İKİSİ DE CEZAEVİNDEN…

17 yıl aradan sonra bu yıl 2 mektup geldi postadan bana… Çok uzun yıllar olmuştu mektup okumayalı… Kendime ait olan geçmişe dair ne varsa saklarım da eğer ikinci bir şahıs varsa işin içinde ve hatırlamaya değer değilse, hemen bir çizik atarım üzerine…
Kızımın babasıyla ayrılığımızın ilk 3 yılında hemen hemen her gün postadan mektup geldi evimize… Adres ve gönderen kısmına bakar, mektup kızımın babasından gelmişse eğer, zarfı açmadan kibriti çakar, kül haline gelince de çöpe atardım… 3 yıl boyunca gelen mektupların hiçbirini merak etmedim ve okumadan yakıp, çöpe gönderdim… Aradan 2 yıl geçmiş ve bir mektup daha getirmişti postacı evimize bundan 17 yıl önce… Bu sefer adres farklı, gönderen kısmı ise boştu… Mektup da Avustralya’dan geliyordu… Kızımın babası ile ayrıldıktan sonra hiç diyaloğa girmediğim için ondan olacağını aklımın ucuna bile getirmedim… Ancak zarfı açıp, okumaya başladığımda ve ilk cümlede anlayınca gönderenin sahibini, devam etmeden çöpe gitti ötekiler gibi…
Anlayacağınız, postadan gelen son mektubu, 17 yıl önce ve girişini okumuştum sadece… O zamandan bu zamana da hiç mektup niteliği taşıyan bir posta gelmemişti evimize…
Yine evimize değil ama adıma 2 mektup, çalıştığım Önder gazetesine geldi bu sene…
İkisinin de gönderen bölümünün sonu aynıydı: cezaevi.
İlki 10.04.2012 tarihinde postadan çıkan ve tarafıma ulaşan Silivri Cezaevi’nden, diğeri de 31.10.2012 tarihinde postadan çıkan ve tarafıma ulaşan Keşan Kapalı Cezaevi’nden… Ne hikmetse biri ayın 10’unda diğeri 10’uncu ayda…
İlkini hiç kale almadım… Korktuğumdan mı? Tabii ki hayır… Ancak yerel bir gazetede köşe yazarlığı yapan ben, benden istenilen desteği ne kadar verebilirdim, sesimi ne kadar duyurabilirdim… Çok düşündüm ama faydalı olabileceğime inanmadığım için de girişimde bulunmadım…
İkincisi ise ben izindeyken gelmiş gazetemize… Keşan Kapalı Cezaevi’nde yaklaşık 4 yıldan bu yana yatan Hasan Bey’den… Hem gazetemize hem de bana minnettar olduğunu ve yazılarımı takip ettiğini söylüyor ve bir ricada bulunuyor Hasan Bey… Biraz da sitem etmiş bazı gazetelerin yalan yanlış yazdığından… Ve diyor ki Hasan Bey; ‘bizim bir köşemiz yok ki yazalım biz de gerçekleri’, ardından da ekliyor; ‘Kurdu gören de bağırıyor, görmeyen ise görenden daha fazla bağırıyor…’
Bu gerçekler nedir ayrıntıya girmemiş ama bu yazımı okuyup da bilgi verirse, ben yazarım köşemde…
Bana mektup yazmasının sebebi ise geçtiğimiz günlerde yazdığım “BANA SENİN TEHDİDİN VIZ GELİR…” başlıklı köşe yazım… Ve değiniyor bizim şu meşhur mekânların tehlikesine…
Yine Hasan Bey, geçtiğimiz günlerde basında yer alan 14 yaşında cinsel istismara uğrayan kız çocuğu ile ilgili konunun irdelenmesi gerektiğini belirtiyor ve bu durumun mekânlardan da vahim bir durum olduğunu dile getiriyor…
Evet aslında Hasan Bey, çok doğru söylüyor… Bir gün basında yer aldı, 2 gün konuşuldu ve konu kapandı… Ne zamana kadar mı? Nasıl cinayetler işleniyor, 3 gün konuşuluyor, bir daha yenisi işleninceye kadar ya da katilleri yakalanıncaya kadar dillendirilmiyorsa, bu olayın da gelişimi aynı şekilde olacak… (Tabii ki en büyük dileğimiz bu ve benzeri olayların asla bir daha yaşanmaması.)
Olayın failleri yakalandı ve hapse atıldı ya tamamdır demektir… Bizde işler en fazla bu noktaya kadar ilerler… Yeni benzer olaylar işlenir, sonuca ulaşıldı mı işlevini bitirir… Nedenleri, niçinleri hiç irdelenmez, deşilmez, önlem alınmaz…
‘3 çocuk yapın’ diye talkınlar verilir ama ‘çocuklarınıza sahip çıkabiliyor musunuz?’ sorusu irdelenmez… Kapalı mekânlarda sigara içenler denetlenir ama gece yarısı sokaklarda gezen çocukların o saatte neden dışarıda olduğunun üstüne gidilmez…
3 çocuk değil 5 çocuk da doğurulur… İş doğurmakta değil; yetiştirmekte, eğitmekte biter… 3 ya da 5 çocuk doğuran aile, bu ekonomik şartlarda zaten ancak 1 tanesinin sağlıklı eğitim almasını karşılayabilirken, diğerlerini mecburen cahilliğe sürükler… Hükümet’in ekmeğine de yağın yanında kaymakla bal sürer!
Çünkü Hükümet işi biliyor… Boşuna mı ‘3 çocuk doğurun’ diyor… 1’i bize kalacak, 2’si onların olacak!
Ah Hasan Bey ah… Söylenecek çok şey var da önce derin uykuya dalanların uyanması lazım… Yoksa yazmak, dillendirmek mesele değil ama icraat göremedikten sonra ha duvara yazmışsın ha köşeye ne fark eder… O nedenle köşen olmadığı için hiç dertlenme… Devir ‘köşeyi dönme!’ devri, ‘köşe sahibi’ olma değil… Köşeyi dönenlere(!) hiçbir şey olmuyor ama köşeye yazanlara tehditler savruluyor…
Bizim memlekette işler tam tersine gidiyor Hasan Bey… Üj-bej kişi için soğuk hava deposunun yapılması tartışılırken, çeltik, buğday ve ayçiçeği ekimleri dikkate alınıp, lisanslı depoculuğun adı bile geçmiyor…
Ah Hasan Bey ah… Bizde delinin biri kuyuya taş atıyor, arkasından da diğer deliler çekeleyip duruyor… Ne deliler tükeniyor, ne taşlar bitiyor ama akıllı adamın biri çıkıp da ‘siz ne diyorsunuz, ne yapmaya çalışıyorsunuz’ diye telkinde bile bulunmuyor…
Ah Hasan Bey ah… Başbakan yerel seçimin tarihini 2014 yılı olarak açıkladı ama geç kaldı! Biz o seçimi 1 ay önce bazı İnternet sitelerinde ve yerel gazetelerde anketle bitirdik! Aday adaylarımızı belirledik, gözümüze kestirdiğimize test ettirdik! Sonra da 5 isim ve toplasan 10 kişinin bile görüşü alınmadan yapılan anket sonucunu da böbürlene böbürlene ‘işte halk bunu istiyor!’ diye lanse ettik…
Ah Hasan Bey ah… ‘Markalarımız(!) mübarek, idarecilerimiz hayırlılarından olsun!’ inşallah…

7 Kasım 2012 Çarşamba

KADININ AŞÜFTESİ, ERKEĞİN EN KALİTELİSİNİBİLE EDER DELİ!

Esnafım dertli… ‘tık’ yokmuş piyasalarda… İşlerin durgunluğundan bahsediyor çoğu… Ancak paraların nereye gittiğini ve piyasada dönmediğini de çok iyi biliyor… Parayı vuranların ya şehir dışın gittiğini ya da mekanlarda tükettiğini söylüyor… Öyle rakamlardan bahsettiler ki, gözlerim fal taşı gibi açıldı bir anda… Biri gecede ‘300 milyardan’ bahsederken, diğeri ‘500 milyar’ dedi, bir öteki de İpsala ve Keşan bölgesi olmak üzere gecede ‘trilyon’ döndüğünden söz etti…
Ne para değil mi? Hem de deli para… Ve bu para birkaç kadının maharetleri ile bırakılıyor mekânlara… Biraz samimiyet, bir iki dans, dekolte kıyafet, bir iki dokunuşla, bizim erkekler saçıyor paraları ortaya…
Sonra para kalır mı bizim esnafa… Hatunlar yakında Keşan’ı bile satın alacaklar haberiniz ola… Şimdiye kadar taksicisi, kuaförü, kozmetikçisi vurdu parayı ama önce ‘durak’ satın alıp, taksi masrafından sıyrılan bu hatunlar, yakında kendilerine özel kuaför dükkânı da kozmetik dükkânı da açar… Yavaş yavaş da bütün mesleklere el atar… Kadının aşüftesi en kaliteli erkeği yoldan çıkarıp, şamar oğlanı yapar… Üstüne deli edip, tımarhaneye yollar…
Hazır üj-bej tane kaliteli erkek kalmışken piyasada, onlar da elden gitmeden bulunsun bu duruma deva… Yoksa gidişat hiç iyi değil… 40 yaş üstü erkekler müptela oldu mekânlara derken, şimdilerde gençlerde dadandı ve alıştı oralara… Ancak onlar ağabeyleri, amcaları, dayıları, babaları gibi kendini frenleyemeyip, silahları konuşturuyorlar gece yarılarında…
Keşan’da, 1 yıldan fazla süresi olan yerel seçimlerde ‘kim belediye başkan adayı’ olacak tartışmaları yapacağınıza, kanayan bir yara olan ve bu konuyu kangrene dönüşmeden tartışıp, çözüme kavuşturun bir an önce… Bu kadınlardan biri kalkıp da belediye başkanlığı için de adaylığını koyarsa eğer, bizim erkekler oy pusulasına birer bilezik parası sıkıştırıp tercihlerini bu aşüftelerden yana kullanırlar mı kullanırlar!
İşte o zaman markamız yerine oturur(!), tüm Keşanlılara da mübarek olur…

6 Kasım 2012 Salı

İŞ ÇOK AMA YAPACAK ‘ADAM’ YOK…

Bazı şeyler için çok geç kalmışım ama en azından geç kalmayanlar bunu değerlendirebilir… Her şeyden önce şunu belirtmek isterim ki sevgili okurlarım, yıllık iznimin bir bölümünü kullanmak üzere istirahatteyim şu anda… İzne ayrılırken oldukça tereddütlüydüm, ‘1 hafta çalışmadan nasıl duracağım’ diye ama şu anda çok doğru ve isabetli bir karar aldığımın farkına vardım geç de olsa… Hiç böyle saate bakmadan ayak üstü sohbetlerim olmamıştı, ‘haber kaçıracağım’ diye… Ya da esnafla kahve, üstüne çay, uzun uzun zaman kaygısı olmadan sohbet etmişliğim hiç yoktu… Ya telefon ya toplantı saati nedeniyle hep en heyecanlı yerinde bölünürdü sohbetlerimiz… Ama birkaç gündür öyle keyifli sohbetler yapıp, insanları rahat rahat dinleme fırsatını buldum ki, ‘iyi ki de izne ayrılmışım’ dedim kendi kendime… Sadece esnaf ziyareti mi, tabii ki değil, ev ziyaretleri de eklendi üst üste… Neyse sırayla bütün ziyaretlerden aldığım bilgileri, notlarımı, gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşacağım sizlerle…
Akşam uzun uzun düşündüm… Evet, ben geç kalmıştım evlat yetiştirmek için… Bundan sonra da evlat sahibi olma gibi bir şansım bulunmadığı için evlat yetiştireceklere nasihat edeyim dedim…
Eskiden erkek çocukları için belli bir yaşa gelene kadar uslanmayıp, halk dilinde ‘adam olmayınca’, nasılsa askere gittiğinde ‘adam olacak’ denilirdi… Ancak el bebek gül bebek büyüyen evlatlar, asker ocağında da başlamış naz yapmaya… Komutanın verdiği emri yerine getirmek zor gelirmiş bizim hanım evladına… O nedenle kız anaları… ‘Askerliğini yapmışsa, adam olmuştur bu delikanlı’ diye kendinizi avutup, kızlarınızın başını yakmayın, eğer kızınızı iyi yetiştirdiğinize inanıyorsanız damat adayını da eğitimden geçirip, öyle yuva kurmalarını sağlayın…
Ancak… daha bebesi olan anne ve babalara da şunu söylemek isterim… Eğer benim şu anda 1 yaşında bir evladım olsa idi, kız ya da erkek fark etmez… Ben evde iş yaparken eline bir bez de onun verir, hiçbir işe yaramayacağını bilsem de o bezi elinde tutmasını sağlardım… 3 yaşında mı fark etmez… Benimle birlikte mutfağa girmesini ve her yeri yakıp yıksa da benim yemek için kullandığım malzemeyi önüne yığıp, ben yemek yaptığım sürece onun da bu malzeme ile oyalanmasını sağlardım… 7 yaşına mı geldi… Okuldan kalan tüm boş vaktini, dinlenme ve oyun saatleri hariç, mutlaka para karşılığı (bu parayı ben veya işe verdiğim işveren verebilir) bir işte çalıştırırdım… İster 1 saat, ister 3 saat, ister 5 saat… Ama mutlaka bedenini yoracak ve ter dökecek bir işte… Ve buradan kazandığı parayı da harçlık olarak kullandırırdım...
Milyoner, hatta trilyoner olsam da bunu yapardım… Hiç iş mi bulamadım; evdeki çöpü attırır, sokaktaki çöpleri toplatır veya apartman bahçesinin temizliğini yaptırırdım bedel karşılığı… Hem de hiç acımadan…
Neden mi? Çocuklarımızı o kadar el bebek gül bebek büyütmüşüz ki, şimdi hiçbirine iş beğendiremiyoruz maalesef… Namusuyla, alın teriyle yapılan her işin bir ‘iş’ sayılabileceğini algılayamıyor bu devirde birçok genç… Onlara göre iş sadece masa başında oturmak, hafta sonu tatil yapmak, kolay yoldan, terlemeden, çaba sarf etmeden para kazanmak…
Şu Keşan’da onlarca dükkânın kapısında ‘eleman aranıyor’ yazıyor ama birçok genç ‘işsizlikten’ yakınırken, bir tanesi girip ‘ne kadar para veriyorsun’ diye bile sormuyor… Kazara sorup da işe başlayanlar olursa, onlar da en fazla 1 hafta dayanıyor… Sonra ‘işsizlik’ var deniliyor… Ne işsizliği Allah aşkına… İş çok da yapacak adam yok!..

5 Kasım 2012 Pazartesi

DEVLETTE DEVAMLILIK ESASTIR DEMEK BU İSE PARALAR DA EMEKLER DE HARBİ ÇÖPE!

Keşan Kaymakamımız Bekir Dınkırcı tarafından 2 Kasım 2012 Cuma günü düzenlenen kahvaltılı basın toplantısına birkaç kez yer vereceğimi belirtmiştim… Hani bir şeyi sıcağı sıcağına irdelemekte fayda olur düşüncesiyle, MAKYOL’u bıraktım gelecek haftaki köşeme…
Sayın Kaymakamımız Dınkırcı, bilgi aktarırken toplantıda, ben ise daldım mazideki günlere!
Keşan’ın Stratejik Gelişim Planı için yapılan toplantılara katılan özel ve kamuya ait saygıdeğer kişilere, devletimin memurunun gecesini gündüzüne katıp, hafta sonu tatilinin de mesaiye dönüştüğü günlere…
O zamanlar çok eleştirdim ve hep ‘yazık’ dedim… Bir gün bütün bu emek ve harcanan zamanın ‘heba’ olacağı sanki o günlerde doğmuştu içime…
Güya ‘devlette devamlılık esasmış’… Vallahi bunu söyleyen halt etmiş!.. Devlette devamlılık esas olsaydı, yapılan işler, verilen emekler kaldığı yerden devam eder, üzerine bir çizgi çizilmez ya da kenara itilmezdi…
Devlette esaslılığı da verilen emekleri de koyalım bir kenara… Bildiğiniz üzere bizim Keşan’a mülki amir dayanmıyor son dönemlerde… Her gelen Kaymakamımız kendi doğrularını uygular ve ardından gelen kenara atarsa Keşan’ın hali nice olur bu durumda… ‘Ali yapar, Veli bozar!’ hesabı durmadan sayar yerinde…
Bu durumda 2 seçenek var önümüzde… Ya gelen mülki amirleri projeleri sonuçlanıncaya kadar tutacağız memleketimizde ya da ‘doğruları tutan’ kaymakamları isteyeceğiz memleketimize…
Hadi biz Trakyalılar karşılama oynuyoruz da mülki amirler bir ileri bir geri yaparsa emekler de paralar da harbi gider sağlama çöpe!.. Bu durum iyi değerlendirile, ‘kendi düşen ağlamaz’ ama ‘düşüşe ses çıkarmayanlar’ geriden gelenlerden bol bol kalayı yer bilene…

4 Kasım 2012 Pazar

ÇÖP ÇOKTAN ÇÖPE GİTMİŞ!


Keşan Kaymakamı Sayın Bekir Dınkırcı, dün (2 Kasım 2012 Cuma) düzenlediği kahvaltılı basın toplantısında Keşan’ı tarım, hayvancılık, turizm ve ekonomik açısından değerlendirip, ilçemiz ile ilgili 31 Ekim 2012 tarihinde güncellenen istatistiki bilgileri paylaştı.
Anlattıklarının çoğu hepimizin bildiği, sık sık dile getiren konulardan ibaretti. Sakın yanlış anlaşılmasın dile getirmek istediğim, tabii ki kaymakamımız hepimizin bildiği konuları paylaşacaktı bizimle toplantıda, özel hayatını paylaşacak değildi ya…
Ancak paylaşılan 2 ayrı konuda 2 şey dikkatimi çekti ve paylaşmak istedim siz değerli Keşanlılarla…
Birincisi; Temiz Köyüm Projesi çöp olmuş! Zaman aşımına uğramış ve sayın İl Genel Meclisi üyelerinin söz ettiği gibi süre uzatılması falan da mümkün değilmiş… Sürenin uzatılması Sayın Kaymakamımızın ifadesine göre; sadece doğal afet, sel vs. gibi konularda olurmuş!
Yani bizim muhtarların ‘biz para toplayamayız’ mazeretleri doğal afetten sayılmıyormuş!
Ne diyeyim ‘hayırlısı olsun’ 28 köyün muhtarına ve halkına… Geçen yıl kayıp olan 400 bin TL’nin peşine öyle bir düştünüz ve kayıp parayı bulmak için taş bile yemeye razı oldunuz! Ancak hesabınıza aktarılan yarım trilyonun üzerindeki parayı heba ettiniz… Çöpünüz de, çöpe atılmasına neden olduğunuz para da mübarek olsun sizlere…
İkincisi ise; talepler bölümüydü sayın kaymakamımız tarafından iletilen konu bizlere…
Bugünlük sadece bir tanesine yer vereceğim ama diğerlerini de bir başka gün paylaşacağım sizlerle…
Keşan’a yapılması planlanan ve projesi bildiğim kadarıyla hazır olan Adliye Sarayı… Şu projesi bittiği halde bitmek bilmeyip(!), yapılacağı yer konusunda tereddütler yaşanan Adliye Sarayı… Sayın Kaymakamım; şu meşhur Adliye Sarayımızın yapılacağı alanın çevresinde satılan arazilerin sahiplerinin isimlerini bir kamuoyuna açıklayıverin de herkes rahatlasın, yapılacak olan kamu binalarında rant olmadığını anlasın! Projenin neden bu kadar uzayıp, bir türlü yapımına geçilmediğinin de farkına varsın!..
Saygılarımla…

2 Kasım 2012 Cuma

KURBAN BOMBASI SÜLALEMDEN GELDİ!

Ara ara bilirsiniz bahsederim sülalemin ‘saf’lıklarından… Yine bir ‘saf’lık ama bu sefer Kurban Bayramı’na damgasını vuran bir ‘saf’lık oldu…
Kurban Bayramı nedeniyle teyze kızı, eşi ve çocukları ziyaretime geldi bayramın 3. günü… Öpüşme, koklaşma, hal hatır sorma derken sıra yemek faslına ve muhabbete geldi… Bayılırız yemek üstü ‘saf’lıklarımızı anlatıp, gülmeye… Başkalarını anlatacağımıza, kendimizi anlatır, hem dedikodudan uzak durur hem de büyük keyif alırız bir aradalığımızdan…
Önce ben başladım bu sefer… Geçtiğimiz Ramazan Bayramı’nda yaşadığımı bir gelişmeyi anlattım teyze kızı ve ailesine… Bayramdan 1 hafta önce idi. Bir sabah uykudan kalktım, duşa girmek üzere banyoya yöneldim ancak su soğuk… Şofbene baktım, ışık yanmıyor… ‘Hay Allah’ dedim kendi kendime, ne oldu da birden bozuldu bu şofben, dün sabah sorun yoktu, benden başka kullanan olmadı da ne sebep oldu bozulmasına… Neyse kettle ile su ısıtarak, atlattım sabahı… Servis’e haber verecektim fakat gazetedeki yoğunluktan eve gitmeye fırsatım yoktu. Bayrama kadar da yoğunluk sürdü ve ben kettle ile su ısıtmaktan helak oldum… Bayram geçsin ilk işim ‘servisi aramak’tı bu işkenceden sonra ve öyle de yaptım… Servisin şofbenle bütün diyalogu da sadece 30 saniye oldu! Şofben prizinin yeri soruldu, gösterdim ve çıkmış olan fişi takıldı! Anlayacağınız yaklaşık 10 gün boyunca kettle işkencesini sadece fişin çıkmasından dolayı ve dikkatsizliğimden yaşamıştım…
Bu hikâyemi teyze kızı ve ailesine anlattıktan ve geçmişte yaşadığımız ‘saf’lıkları yâd etmemizden sonra teyze kızının eşi bombayı patlattı…
‘20 senedir içimde tutuyorum ama artık tutamayacağım’ dedi… ‘Hayırdır damat bey, nedir seni bunca yıl bu sırrı saklamaya iten neden’ dememe kalmadı, bizim damadın dili çözüldü!
Yıl 1992 imiş. Teyze kızıyla evliliklerinin 3. yılı ve görev gereği Erzurum’dalar… O arada Sırplarla Bosna-Hersek arasında savaş oluyormuş… Bütün televizyon kanalları katliamı gösterirken, bir yandan da Bosna-Hersek’e giden yardım tırları ekrana yansıyormuş… Birlikte televizyon izlerlerken teyze kızıyla… birden bir soru gelmiş teyze kızından bizim damadın kulağına… Teyze kızı demiş ki bizim damada, “Bu kadar ‘UN’u ne yapacaklar, savaş üstü Bosna’da!”
Bizim damat baştan anlayamamış eşinin ne demek istediğini! ‘Pardon’ demiş, ‘ne demek istedin’ diye sormuş…
Teyze kızı da televizyona yaklaşıp, tırda yazılan yazıyı (U.N.) işaret ederek, ‘Bu UN tırlarını diyorum’ demiş!..
Bizim damat tırda yazan yazının açılımının “UNİTED NATİONAL” (Birleşmiş Milletler) olduğunu söylemiş ama teyze kızının bu ‘saf’lığını da 20 yıldır içinde saklamış…
Benim sülalem böyle işte… Saftır ama içi de dışındadır… Hepsini çok seviyor, yeni saflıklarımızla en kısa sürede birlikte olmayı diliyorum…

1 Kasım 2012 Perşembe

KAFANIZI ÇOK TAŞLARA VURACAKSINIZ AMA İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK

28 Ekim 2012 Pazar günü, Hacı beldesinde, İbriktepe beldesi ile birleşme referandumu yapıldı.
Referandumda 450 kişi birleşme için ‘evet’ derken, 562 kişi ise ‘hayır’ oyu kullandı.
Bu sonuca göre de Hacı beldesi önümüzdeki yerel seçime kadar belediyeliğini devam ettirecek ancak daha sonra köy statüsüne dönecek.
Aslında Hacı beldesi halkının tercihi; senede 1 kere ya giderim ya da gitmem bu beldeye, ‘ne halleri varsa görsünler’ demek en doğrusu belki de ama yapamıyorum işte… Gerçi köy statüsüne dönüştüklerinde başlarına gelecekleri görecekler, kafalarını çok taştan taşa vuracaklar da iş işten çoktan geçmiş olacak o dönemde…
Referandum nedeniyle gittiğim beldede birkaç vatandaşla görüşüp, fikir aldım… İbriktepe beldesine bağlanmayı ‘şerefine’ yediremeyen vatandaşların görüşlerine, bir de mantığını kullanıp bunu ‘gurur’ meselesi yapmayan vatandaşların görüşlerine yer verdik gazetemizde…
Adam mı vuracaksınız, namussuzluk mu yapacaksınız, hırsızlık mı yapacaksınız da bunu ‘şerefinize’ yediremiyorsunuz anlamadım gitti…
Attan inip, eşeğe bindiğinizde ‘şerefiniz’ kaç paralık olacak bu durumda?
Sevgili Hacı beldeli vatandaşlar, ne İbriktepe’ye bağlanırsanız ne de bağlanmazsanız ‘şerefinize’ hiçbir şey olmaz…
Ancak… Evinize bir çivi çakmak için Edirne yollarında İl Özel İdaresi kapılarında beklediğiniz anlarda anlayacaksınız bunun bedelini… Yine sularınız kesildiğinde birkaç gün susuz kaldığınız zaman, kanalizasyonlarınız arızalandığında kokular burnunuza buram buram geldiğinde bileceksiniz belde olmanın kıymetini… ‘Köy olacağız da fatura derdi bitecek’ diye düşünenler, Edirne’den kesilen faturalar kapılarının altına atıldığında anlayacaklar haynayı Konya’yı!
O nedenle ‘şerefiniz’ şimdiden mübarek; çekeceğiniz ‘çileler’ de hayırlı olsun diyorum…