30 Mart 2012 Cuma

4+4+4’E BEN DE KARŞIYIM…


Hükümet tarafından uygulamaya konulmak istenen 4+4+4 yeni eğitim modeline ben de karşıyım…
Bir AK Parti’li olarak, bir eğitimci kızı olarak, bir anne olarak ve bir vatandaş olarak karşıyım…
Bugüne kadar 8 yıl kesintisiz eğitim hariç, uygulamaya konulan diğer eğitim modellerine de karşıyım…
Çocuklarımızı, gençlerimizi yapboz tahtasına çeviren tüm eğitim modellerine karşıyım…
SBS’lere, ÖSS’lere, kredili eğitimlere, özel eğitimlere, dershanelere karşıyım…
Çocuk ve gençlerimiz üzerinde eşitsizlik yaratan ve ‘hak’ yaratacak tüm eğitim şekillerine karşıyım…
Gecesini gündüzüne katan, canla başla çalışan, başarısı tüm eğitmenlerce kabul edilen ancak sınav günü yaşadığı olası bir durumla düşük puan alan öğrencilerin kaderinin birkaç saatle sınırlandırılmasına karşıyım…
Yetenek sınavıyla öğrenci kabul eden okullarda, torpilin araya girip, yetenekli öğrencinin hakkının yenilmesine karşıyım…
Aynı eğitimi almayıp, aynı bilgilerin depolanmadığı öğrencilerin, eğitim ve bilgi deposu haline gelen öğrencilerle aynı kategoride yarıştırılmasına karşıyım…
Maddi durumu olmadığı için dershanelere gidemeyip, özel eğitimci yüzü görmeyen öğrenci ile parası bol olup dershanelere giden ve özel eğitimcilerin birinden girip, diğerinden çıkan öğrencinin aynı sınava tabi tutulmasına karşıyım…
Parasız eğitim denilip, bağış makbuzu altında paralıya çevrilen eğitime karşıyım…
Bütün bu saydıklarım içinde de en çok 4+4+4’e karşıyım… Günlerdir meydanları dolduran ve bu teklife karşı duruş sergileyen vatandaşımın çırpınışlarının hiçe sayılmasına karşıyım…
Bir ülkenin kalkınmasında en büyük öncelik olan eğitimin dakikalar içinde şekillendirilmeye çalışılmasına karşıyım…
Bu yıl böyle, yarın şöyle, öbür gün böyle…’ denilip, her yıl karşımıza çıkarılan eğitim modelleriyle çocuklarımız ve gençlerimizin geleceği ile oynanmasına karşıyım…
Bu yasa teklifinin halktan, vatandaştan %70 çoğunluk sağlanmadan Meclis’ten geçirilmesine karşıyım… Var mısınız bir ‘evet-hayır’ referandumu da bu yasa teklifi için yapalım… İran mı yoksa Türkiye mi kazanacak bakalım… Kocaya, hocaya, falakaya, çarşafa mı rağbet var; yoksa eğitimciye, demokrasiye, modern hayata mı talep var görelim…
Eğer demokrasiyi savunuyoruz diyorsak, bu meseleyi de demokratik bir şekilde çözelim… Saygılarımla…

BİZİM DE MÜREKKEP YUTMUŞLUĞUMUZ VAR...

Bundan birkaç ay öncesiydi yanlış hatırlamıyorsam… Ankara’dan 2 bayan gazeteci gelmişti ilçemize… En başta gazeteci olduklarını bilmeden (yanlarında fotoğraf makinesi, ses kayıt cihazı, kamera vs. göremediğim için) sadece Kaymakamımız Ahmet Narinoğlu’nun yanında yer almalarından dolayı, ‘Acaba kimdir bunlar, bize de bir ekmek (haber) çıkar mı?’ düşüncesiyle… ses kayıt cihazını uzatıp, aynı zamanda görüntü almak istedik arkadaşlarla beraber… Ancak bu davranışımızla beraber kadınlardan biri hiddetlendi ve ‘İzin istediniz mi?’ diye çıkıştı… Aslında bizi uzaktan görüp davet eden zaten Sayın Kaymakamımızdı… Bir ilçenin mülki amiri onay verdikten sonra, yanındakileri kim takardı(!)…
Fakat her şeye rağmen, sırf bayan oldukları için alttan alıp, ‘tamam hanımefendi, siz istemedikten sonra sizi zorla meşhur edecek halimiz yok ya(!)…’ dedik ve Kaymakam Bey’le muhatap olarak, 2 bayanı diskalifiye ettik…
Bu arada illa kendilerinin haklılığını ispatlayacaklar ya… hemen akıl hocalığına başladı konuk 2 bayan gazeteci… ‘Bir gazeteci haberin içinde yer almaz, görüntüye konu olmaz, etik değildir’ dediler… sanki benim bunu bilmediğim düşüncesiyle…
O gün bugündür kaleme almak istedim ancak bir türlü sıra gelmedi döktürmeye…
Evet… Bu 2 bayan gazetecinin davalarında haklılık payı %100’dü… Hiçbir gazetecinin ne görüntü ne de haberin içinde yer alması etik değildi… Gazeteci, haberde kendine fotoğrafla da olsa yer vermez ve kendini konu etmezdi… Ancak bu 2 bayan gazeteci… kendilerini tanıtıp, konuşma diliyle ifade etmeyi becerebilseydiler, bütün bu tavra da gerek olmazdı… Söylenebileni anlayacak ve doğru ile yanlışı ayırt edebilecek kadar bizim de mürekkep yutmuşluğumuz vardı o kadar…
Yine o 2 hanımefendi Kaymakam Bey’le yemek masasında gazeteci olduğuna dair hiçbir işaret olmadan sohbet etmese, üzerlerinde gazeteci olduklarını hissettiren herhangi bir belirti (makine veya cihaz) olsa zaten tenezzül bile etmezdik araya girmeye… Direkt yönelirdik sadece Kaymakam Bey’e… O nedenle 2 bayana sakin olmalarını ve hiddetlenmemelerini tavsiye ediyorum bundan sonraki olası durumlarda…
Ve ekliyorum; bizde gazetecilik başkadır... Kendimizi de haberin içine katarız... çektiğimiz fotoğraflarda da önce kendi kaşımız gözümüz düzgün çıkmış mı diye bakarız(!)... Eğer bizde yoksa bir arıza, habere konu olan ikinci plana(!)... Kovalaklık bizim kanımızda...

27 Mart 2012 Salı

YAŞANMIŞ ALDATMALAR...


Çok enteresan... Ne zaman aldatma ile ilgili köşe yazısı yazsam, bayanlardan çok erkeklerin ilgisini çekiyor ve bana telefonla ulaşıyorlar tebrik etmek adına... Çok iyi halt ediyorlar ya(!), bir de ‘çok doğru, tebrik ediyoruz’ demeyi ihmal etmiyorlar... Ayrıca erkeğin her türlü durumundaki sorumlusunun da kadın olduğu görüşüne katılıyorlar... Anlayacağınız kendilerini ‘vezir de rezil de edenin’ kadın olduğunun bilincindeler... Bu yönde yeni bir yazı yazmama ise dün kulağıma fısıldayan bir beyefendi vesile oldu... Usulca bana, ‘Neşe Hanım şu aldatma ve kadınların erkekler üzerindeki etkisiyle ilgili arayı uzatmadan bir yazı daha karalasanız’ dedi... Ve ‘erkekler bayılıyorlar okumaya, çok hoşlarına gidiyor’ diye ekledi... Aslında bundan aylar önce yine bir beyefendi de ‘Neşe Hanım, hep erkeklerin aldattığını yazıyorsunuz, sanki bayanlar hiç mi aldatmıyor, bunu niye kaleme almıyorsunuz?’ demişti... Ve yine bu beyefendi, ‘Çok biliyorum internetlerden tanışıp, adamları yollara döken kadınları, hem de evli olduklarını’ diye eklemişti...
Bense kadınların aldatmasını köşemde konu etmeye, ‘akıllı aldatmaca(!)’ inancım nedeniyle yer vermedim... ‘Akıllı aldatmaca nedir’ mi?... Tüm kadınların çok zeki olduğu ve işini bildiğidir(!)... Kadın aldatıyorsa eğer, mutlaka bir sebebi vardır aldatmaya değer... Ancak bu sözümden gerçek manayı çıkarabilecek erkek bulmak da, deveye hendek atlatmaya benzer... O nedenle de erkekler boynuzlanmayı hak eder... Ve kadın aldatıyorsa eğer, erkek gibi yüzüne gözüne bulaştırmadan keser... Ve seçer... Her önüne geleni dost yapmaz... İnce eler, sık dokur, cüzdanı bol(!), aklı kısa olanını bulur... Ne servetini döker, ne çoluğuk çocuğunun rızkını keser, ne de yuvasını terk eder... Adamı söğüşleyip, yolunmuş kaza çevirir, kısa süreli saltanatını sürer... Yakasından silkip atmak istiyorsa da bıçak gibi keser... Bir ihtimal aşık olduysa da eğer, mertçe dikilir kocasının karşısına ‘boşanıyoruz’ der...
Ya erkekler... Farkında olmadan bir kadının gözü dalsa, olta atar, kendini nimetten sayar... T.C’si pembe ise gerisi önemli değildir... Erkekten dönme olsa vız gelir(!)... İlk yalanında fire verir... Tadında bırakmayı bilmez, illa ki yüzüne gözüne bulaştırır... ‘Erkek ya, aldatıyor ya’ davul tutup, cümle aleme anlatır, yaptığının bir halt olduğunu sanır... Aldattığı mutlaka evdekinden bir kalite aşağıdadır... Maksat para yedirecek ya, yolunacak ya, sürünecek ya, yuvasını dağıtacak ya, bunun için epey bir uğraşır... Kürkçü dükkânına geri döneceğini bile bile, hem kendini hem ailesini maskara yapmayı çok iyi becerir... Şansına güzel mi güzel, cazibeli mi cazibeli, cilveli mi cilveli bir hatun denk geldi miydi de servetini serer ayaklarına... Hanlar, hamamlar, yatlar, katlar... derken, kendi bulur b.k çukurunda...
İşte böyle geçer aldatmacalarda günler... Kim ‘aldatıyorum’ derse eğer, esas aldanan ‘kendisidir’ ama bunu yolun sonunda fark eder...


26 Mart 2012 Pazartesi

YAZIKLAR OLSUN EDİRNELİLERE VE CHP’LİLERE...


25 Mart 2012 Pazar günü yapılan AK Parti Edirne İl Kongresi’ne katılmak üzere Edirne’ye gittim. Kongre, Mimar Sinan Spor Salonu’nda yapıldı. Edirne’ye sık sık gitmeme karşın anlaşılan hep havaya bakmışım(!)... ‘Niye?’ diyeceksiniz... Çünkü kendimi birden AK Parti Genel Merkezinde hissettim, sanki Edirne’de ve Mimar Sinan Spor Salonu’nda değildim...
Detaylara girmeden önce şunu da belirtmek isterim ki... gazetemiz siyah-beyaz yayımlanıyor da olsa bu köşe yazımı renkleri fark edemeseniz de hissedeceğiniz düşüncesiyle fotoğraflı yayımlayacağım... Ve yine belirtmek isterim ki kongreye, sağlık durumum müsait olmadığı halde sadece oyumu kullanmak üzere gittim... Çünkü il delegesiydim... Fakat mesleğime olan inancım adına, gözlemlerimi de asla göz ardı edemezdim... Şimdi gelelim neler hissettiğime ve düşündüğüme...
Mimar Sinan Spor Salonu’nun kapısına geldiğimde karşımda AK Parti’nin renklerini simgeleyen turuncu-mavi koskocaman bir bina duruyordu... Bu binanın tabelasında da ‘Mimar Sinan Spor Salonu’ yazıyordu... Hemen bitişiğinde yine dev bir bina vardı ve o da yine turuncu-maviye boyanmış olan Aliço Pehlivan Spor Eğitim Merkezi’ydi...
Hemen fotoğraf makinemi çıkarıp, turuncu-mavi olan bu 2 binayı görüntüledim... Sonra binanın içine girip, iç dizaynı gözlemledim... Aynı düzenleme içeride de devam ediyordu... Tekrar dışarı çıkıp, uzaktan uzun uzun seyredip düşündüm... Tam giriş kapısının üzerinde Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası ile yazılan ‘Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim’ sözü dikkatimi çekti... Ve tam yanında Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın posteri asılıydı... Atatürk’ün bu sözü hemen hafızamda değişti ve gördüğüm manzaraya göre ‘Ben sporcunun zeki, çevik, ahlaklı ve aynı zamanda AK Parti’lisini severim... imza: R. Tayyip Erdoğan’ olarak canlandı... ‘Acaba?’ dedim... ‘Bir dahaki gelişimde tabelayı bu şekilde değiştirilmiş olarak görme ihtimalim de var mı? Bu kadar ileri de gidilebilir mi?’
Sonra içimden şunları geçirdim: Cumhuriyet Halk Partisinin kalesi olan Edirne’de eğer bir spor salonunun siyasi bir partinin rengine boyanmasına Edirneliler engel olamadıysa... bundan sonra hiçbir şeye de engel olamazlar... Meydanlara çıkıp iktidar partisine karşı duruşları da hikâyeymiş... Oylarını da gözleri kapalı atmışlar CHP’ye... Maksat yeşillik olsun diye... Yoksa inançları olduğundan değil... Atatürk’ü savunduklarından değil... Demokrasiye olan inançlarından değil... Bunun aksini iddia edebilecek Cumhuriyet Halk Partililere de ‘Kapatın çenenizi, oturun yerinize, size her şey müstahak’ demek geldi içimden...
Edirne genelinde 400 bin kişiden sadece 80 bininin oyunu aldı AK Parti... Geriye kalan 320 bin kişi... 80 bin kişiyi mi alt edemediniz... 80 bin kişiye mi karşı duramadınız... 80 bin kişiyi mi haklayamadınız... 4 katı çoğunlukta olduğunuz bir gruba mı karşı koyamadınız... O halde... size ne yapsalar üstüne bir bardak soğuk su için ve kaderinize mahkum olun... Bundan sonra çıkıp da nefesinizi boşa tüketip, meydanlarda nara atmayın... Yarın öbür gün evlerinizi de turuncu-mavi boyamaya kalkarlarsa sanırım ‘Oh ne güzel bedavaya evim boyanıyor, badana masrafından da kurtulacağım’ deyip, buna bile göz yumarsınız...
Ben bir AK Parti’li olarak bunu içime sindirememişken, sizin nasıl sindirdiğinizi de anlayamadım...
Şu anda bir şey daha düşünüyorum... Bu yazıyı okuyup da içinizden geçirdiklerinizi... Biliyorum ki çoğu CHP’liler ‘Yandın Neşe Hanım, artık seni kesin partiden ihraç ederler’ diye düşündü...
Benim de size cevabım: Siz benim derdime yanacağınıza oturun da kendi halinizi düşünün... Ben her şeyden önce mesleğim ve kişisel inancım adına doğruluğuna inandıklarımı dile getiriyorum... Partiden ihraç edecek olmalarını da zerre kadar umursamıyorum... AK Parti’liysem bunun sorumlusu da siz CHP’lilersiniz... Kendi içinizde idareyi kuramadınız ki, ülkeyi nasıl idare edeceksiniz(!)...
Ülkeyi yemeye ve satmaya gelince; Kim başa geçti de yemedi... Kim cebini doldurmadı... Kim yandaşlarını kollamadı... Kim kendini değil de ülkeyi düşündü... Kim devlet kurumlarına müdahil olmadı... Kim adamını başa getirmedi...
Keşke bütün AK Parti’liler de benim gördüğümü görüp, yanlışlarını kabullenip, kişisel çıkarları bırakıp, yanlıştan dönmeyi bilseler... Emin olun ki o zaman 74 milyondan 60 milyonun kesin oyunu alırlar...
Son sözüm: bir AK Parti’li olarak; Mimar Sinan Spor Salonu’nun, bütün vatandaşlara açık olan bir spor merkezinin siyasi bir partiyi simgeleyen renklerle boyanmış olmasını kınıyor, bu yanlıştan bir an önce dönülmesini diliyorum... Türk’üm, Müslümanım, AK Parti’liyim ama aynı zamanda Atatürkçüyüm...
Ve köşe yazımı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürkün, ‘Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim’ sözüyle noktalıyorum... Ne mutlu Türk’üm diyene!

22 Mart 2012 Perşembe

“MÜDÜR BEY BAKAR, BİZ YATAR”…


     Keşan İlçe Emniyet Müdürlüğüne atanan Sayın Ahmet Yıldız, 31 Ocak 2012 tarihinde görevine başladı... Aynı gün basın mensuplarına yaptığı açıklamada, ‘1 hafta içinde esnaf, 2 ay içinde de halk rahatlayacak’ dedi...
     Sayın müdürümüzün görevindeki 1 haftalık sürenin dolmasının ardından “GÖKTEN YAĞACAK PARAYI GÖRMEK İÇİN SAATİMİ 05.00’E KURDUM(!)” başlıklı köşe yazımla esnafın rahatlaması yönündeki düşüncelerimi dile getirmiştim…
     Henüz, kıymetli müdürümüzün görev süresi 2 ayı doldurmadığı için halkla ilgili düşüncelerimi dile getiremeyeceğim ama 52 günlük süre zarfında yaptığım gözlemde çok saygıdeğer müdürümüz sayesinde birilerinin zaten var olan rahatının saltanata dönüştüğünü görmekteyim…
     Çok kıymetli müdürüm ve emniyet personelinin gösterdiği performans ve her yere yetişme azmi sonucu bizim yöneticiler; ‘nasılsa arkamızda müdürümüz var’, ‘nasılsa biz ilgilenmesek de müdür bey ilgilenecek’, ‘nasılsa müdür bey ona da yetişir’, ‘nasıl olsa müdür bey koşar’, ‘nasıl olsa müdür bey bakar’, ‘nasıl olsa müdür bey bu yanlışı ya da eksikliği fark eder’, ‘nasılsa arkamızda içinde çalışma azmi yoğun olan bir müdürümüz var’ diye diye… var olan rahatlarına saltanatı da eklediler… Sırtlarını müdür beye dayadılar… ‘Müdür Bey bakar, biz yatar(!)misali… sorumsuzluklarına sorumsuzluk eklemeyi de görevleri addettiler…
     Sayın müdürüm… bizimkiler sorumluluk almayı ne kadar sevmezlerse, sorumluluklarını da satmaya bayılıverirler… Bu kadar rahata alıştırırsanız bizimkileri, siz gittiğinizde iş yaptırmaya muhatap bulamaz bizim gibileri…
     Ancak… 2014 yerel seçiminde görevden istifa edip, Keşan’ı yönetmeye de aday olursanız… Bu performansla bütün oyları hangi partiden olursa olsun toplarsınız… Ekibinizi de yanınıza alırsanız şayet, Keşan’ı 1 yılda baştan yaratır, herkesi refaha ulaştırırsınız… Fakat, niyetiniz yoksa adaylığa… aman bizimkileri bu kadar alıştırmayın sefaya … Yoksa arkanızdan Keşan halkı çeker büyük cefa…


ZABITA ŞAŞIRMIŞ(!)...


Geçen gün esnafımın bir tanesi, dükkânında temizliğe kalkışmış... Adı üstünde işte ‘temizlik’ yapacak esnafım... Camını, kapısını, yerini, varsa raflarını, dükkanın içerisindeki malzemelerini ve kapı önü dahil olmak üzere geçirecek elden...
Sıvamış kolları temizlik yapmak üzere, bu çerçevede de başlamış camlarını suyla yıkamaya... Ancak... temizlik isteği kursağında kalmış bizim esnafın... Zabıtalar dikilmiş kapıya, çok kıymetli olan suyu gereksiz harcadığı için 83 TL ceza yapıştırmış esnafıma...
Cezayı yiyen ve neye uğradığını şaşıran esnafım da gelip bana dert yandı...
Keşan Belediye Meclisi son oturumda aldığı kararla, suya yaptığı indirimin bedelini, bu şekilde çıkaracağını mı hesapladı yoksa...
Çok değerli zabıtalar... Temizlik imandan gelir... Siz, temizlik yapanlara değil, temizlik yapmayanlara uğrayın da uyarıda bulunun bence... Ve... asıl yapmanız gereken ve göreviniz dahilinde olduğuna inandığım; caddelerdeki seyyar satıcılara tedbir alın... şu çok kıymetli turuncu hacıyatmazlarınızdan Tekel Meydanı’ndaki TT Döner önüne de dikin ki yayalara geçit vermeyen durumun önüne geçerek, vatandaşın can güvenliğini sağlayın... at arabalarının insanları ezip geçmesini önlemek üzere bunlara müdahil olun... caddeleri sahiplenenlere telkinde bulunun... kaldırımları işgal edenlere müdahale edin...
Anlayacağınız; üstünüze vazife olan işlerle uğraşıp, dükkânını temizlemeye çalışan, müşterisine iyi hizmet vermek isteyen esnafıma bulaşmayın... Yoksa esnafım da yakında yapar bir grev, alır pankartları eline ‘zabıta şaşırmış(!)’ deyip dökülür meydanlara...






20 Mart 2012 Salı

STRATEJİDE SON ZİL ÇALDI...


Keşan Kaymakamlığı tarafından yürütülen Keşan’ın Stratejik Gelişim Planı çalışması tamamlandı ve önceki gün düzenlenen toplantıyla son zil çalındı... Bu son zilin de bundan böyle strateji ile ilgili toplantı düzenlenmeyeceği ve yazılıma, yani kitaplaşmaya geçileceği anlamına geldiği söylendi...
Ve Sayın Kaymakamımız, yaklaşık bir yıl süren çalışma sonunda, kendisi de dahil çalışmayı takip eden ve tüm emek verenlerin 1 numara göz bozukluğu yaşadığını belirtti... Toplantının ortalarında ise çalışma yürütenlerde kilo artışı olduğundan bahsedip, kendisinin de 6 kilo aldığını ifade etti...
Sayın Kaymakamımın bu sözü üzerine toplantıdan kalkıp, doğru göz doktoruna gittim... Acaba benim gözler bu süre zarfında kaç numara bozuldu diye merak ettim...
Sayın Kaymakamım... yapılan muayenede benim de bu stratejik toplantıların yapıldığı sürece 1,25 göz bozukluğu yaşadığım ortaya çıktı... Ve hepinizi sollamışım yine... Neticede siz anlattınız, biz yazdık PC başında... Göz muayenemden sonra bir de kantara binip, kilomu da kontrol ettim ‘acaba nerelere çıktı?’ diye... Felaket... Yazarken anlaşılan ‘devletimin amirine de memuruna da yazık’ diye o kadar stres yapmışım ki, 11 kilo almışım bu süre zarfında ben de(!)...
Neyse ki artık stres bitti... Keşan’ın Stratejik Gelişim Planı tamamlandı... Yine Sayın Kaymakamımız, kendisinin olası görev yeri değişikliği yaşaması durumunda planı garantiye almak adına, bir şemayla bundan sonraki gelişmeyi de anlattı katılımcılara...
Ah be Sayın Kaymakamım, ola ki bir tayin durumunuz söz konusu olursa, bir bardak soğuk su içilir ya da 2 duble rakı atılır stratejik planın üstüne... ‘Az mı uğraştırdın bizi strateji(!)’ diye de kadeh tokuşturulur, bizim memlekette...
Bundan daha fazlasını bekleyip ruh sağlığınızı da bozmayın boş yere... Keşan’daki görev sürenizin geriye kalan evresinde, başarılar dilerim size...

16 Mart 2012 Cuma

ÖNCE ‘HAYIR’ DEMEYİ ÖĞRENELİM...


Bir varmış bir yokmuş...la başlayacağım yine bugünkü yazıma... Türkiye’nin batısında... Avrupa’ya açılan sınır kapılarının yanı başında... İstanbul’u Ege’ye bağlayan kavşak noktada... şirin mi şirin bir ilçe varmış... ve adı da Keşan’mış...
Türkiye’nin gündemine oturmuş ara ara Keşan... At etiyle, müftüsü ve noel babasıyla, Keşanspor’un geçirdiği elim trafik kazasıyla ve son olarak da ‘O Ses Türkiye’ yarışmasının finalisti olan Oğuz Berkay Fidan’la...
Bu saydıklarım, Keşanlı olmayıp, belki de o ana kadar Keşan adını duymayan kişilerin dahi dikkatini çekmiş ve öyle ya da böyle tanımışlar Keşan’ımızı...
Ancak yıllardır Keşan’da ikamet eden biz Keşanlılar ise masallarla büyüdük şehrimizde...
Hele hele son birkaç yıldır dinlediklerim artık ninni gibi gelmeye başladı bana...
Bereket bebem yok ayaklarımda sallamaya... Yoksa kaç türkü bestelerdim ona...
“Uyusun da büyüsün doğal gaz vana, bu yılı da atlattık kirli havayla... Trafik sorununu çözeceğiz inşallah... Bu yıl da olmadı başka bahara... Anan bıktı aksaklıkları yazmaya... Vatandaş da verilen yalan vaatleri okumaya... Sen uyu kızanım hiç uyanma... Bu şehirden bir halt olmayacağını anladı anan da sonunda(!)” diye...
Ancak 15 Mart 2012 tarihinde Eğitim-Sen Keşan Temsilciliği, Eğitim-İş Keşan Temsilciliği, Tüm-Bel-Sen, DİSK Genel İş, Edirne Barosu Keşan Temsilciliği, SES, EMEP, ÖDP, CHP, DSP, ADD Keşan Şubesi, Emekli Öğretmenler Derneği iş birliğiyle, 4+4+4 kademeli eğitim sistemini protesto eylemi yapıldı.
Yapılan yürüyüş ve atılan sloganlarda bir şey dikkatimi çekti ve bunu, sizlerle de paylaşmak istedim...
Galiba biz ne istemeyi biliyoruz ne de protesto etmeyi... Niye mi?... O kadar eğitimcinin katıldığı yürüyüşte, 4+4+4’e ‘ayır’, çocuk işçiliğine ‘ayır’, çocuk gelinlere ‘ayır’, paralı eğitime ‘ayır’, gericiliğe ‘ayır’ diye haykırırsak... Ve ‘Bizim şivemiz böyle <h>leri yutuyoruz’ bahanesiyle de kendimizi avutursak, Hükümet anlar mı bizim dilimizden... Anlamaz... ‘Şivene de başlarım, sana da’ der ve geçer...
O zaman önce ‘hayır’ demeyi öğrenelim, ondan sonra meydanlara çıkıp, karşı duruşumuzu sergileyelim... Yoksa... 29 harften oluşan alfabemizi 28’e indirdiğimiz için başımıza imamlar da gelir, hocalar da musallat olur...

12 Mart 2012 Pazartesi

4+4+4: OKUL+HOCA+KOCA



Son günlerde Türkiye’nin gündemini Hükümet tarafından uygulamaya konulmak istenilen 4+4+4 eğitim sistemi tutuyor…
Ülke genelinde konuyla ilgili eleştiriler yapılırken, Hükümet, Keşan’dan da nasibini alıyor…
Herkes eleştiri yaparken, benim kusur kalmam yakışır mı? Tabii ki yakışmaz… Eleştirilerime mizahı da kattığım için, keyif de veririm sizlere…
5 yaşında bir çocuk düşünün okul yolunda… Henüz 6 yaşındakiler bile alışma adına okulun açılacağı tarihten 1 hafta önce ebeveynleri ile girerler derse… 6 yaşında bir çocuk ancak oyun düşünür, 5 yaşında bir çocuk ise oyunun yanı sıra ailesini de ister yanında… Doğal olarak aile de ayırmaz çocuğunu mecbur kalmadıkça yanından… Tam ezberinin kuvvetli olduğu, her söylenenin hafızasına yerleştiği yaşlardır 5, 6 ve 7’li yaşlar.
Hatta kayınvalidesini, arkadaşı, dostu veya komşusu ile çekiştirecek olan gelin, çocuğunun yanında sakınır dedikodu yapmaya… Çünkü bunu duyan çocuk unutmaz ve en olmayacak yerde pat diye koyar orta yere…
Bizim çocuklar 5 yaşında dökülecekler mektebe… Mektebe diyorum çünkü eskiden mektep denirdi memleketimizde… Eskiye dönüş olduğu üzere, şimdiden alıştıralım kendimizi mektebe…
Muallimler, bizim çocukları eğitecekler… Aile başka söyleyecek, muallimler başka… Ancak, 5 yaşında bir çocuk sabahın erken saatinde kalkıp mektebe gidince, öğlen uyku saatini de mektepte geçirince… doğal olarak evde ebeveynlerinin söyledikleri, uyku sersemliğiyle bir kulağından girecek, öbüründen çıkacak… Bizim çocuklar sadece mektepte öğrendiklerini dikkate alıp, hafızalarında tutacak…
Mektep vakti bitecek, sıra hocaların devreye girdiği yıllara gelecek… Aile ile bağı daha 5 yaşında kopan çocuk, bundan sonra da hocaların buyruğu altına girecek…
Bu bölümü hepiniz hayal ediyorsunuzdur sanırım, şimdi ben bir şeyler karalarsam maazallah din düşmanı da ilan edilirim… Halbuki aksine dinî inançları son derece kuvvetli olan ben, boşu boşuna milleti de günaha sokarım…
Ancak inandığım bir şey daha vardır ki, herkes dinini yaşayarak, okuyarak, görerek, hissederek tercih etmeli… Başkalarının anlattığı ile değil, kendisi araştırıp, doğruyu seçmeli… Anne-babası Müslüman olduğu için değil, bizzat kendisi dinini araştırıp, karar vermeli… Şimdi bana diyeceksiniz, ‘Sen öyle mi yaptın da akıl veriyorsun?’ diye… Evet… Ben 12 yaşında İlçe Halk Kütüphanesi’nde Kur’an-ı Kerim, İncil, Tevrat ve Zebur’un Türkçe anlamlarını okuyup, Müslüman olmayı kendim tercih ettim… O güne kadar sadece annem ve babam Müslüman olduğu için Müslüman’dım…
Neyse, bunları geçelim ve gelelim bizim çocukların hocalardan aldığı nasihatlerin sonunda olacaklara…
Neden 4+4+4? Benim mi içim kötü, şeytan mı aklıma sokuyor bilmem ama… Bu 4’lerin fazlalığı, hocaların öncelikle direkt erkek çocuklarına yönelik yapacağı ‘4 kadın almak mübahtır’ şeklinde bir çağrışımı getirdi aklıma(!)… Bizim çocuklar daha mekteplik yaşlarında 4 kadını koyacaklar hafızalarına... Kız çocukları da bunun doğruluğuna ve helalliğine inanacaklar o yaşlarda...
Şimdi esas vurgulamak istediğim konuya gelince...
4 kadın mübah olunca, nispeten fuhuşun azalacağı öngörülecek bizim hocalarca... 1 kadınla yetinmeyip, sürekli arayış içinde olan erkekler, ‘4’e kadar nasılsa mübah’ diyerek, hanelerini çevirecekler hareme(!)...
İnşaat sektörü prim yapacak... Ancak şu bizim 1+1, 2+1, 3+1 evler ise boşta kalacak(!)... 4+1 ve üzeri odalı evler inşa edilmeye başlanacak... Anlayacağınız bizim memleket baştan yaratılacak... Türkiye 2023’e hazırlanacak... 6+1’ler moda olacak... Haremler kurulacak, saltanatlar sürülecek... Padişahlar, vezirler gelecek... Sultanlar türeyecek... Boşuna mı izlettiriyorlar size sanıyorsunuz Fatmagüllerin suçunu, Sultan Süleyman’la Hürrem’i... İzlettirin izlettirin çocuklarınıza siz de, geleceğe de rahat hazırlamış olursunuz böylece...
Ancak, bizim hocaların atladığı bir şey var... Artık bizim erkekleri evdeki cezbetmiyor... Değil 4, ‘10 tane de mübah’ deseniz, yine gider bulur bir metres kendine... 1 tane evde ekmek beklerken, 3 tane kadın ve çocuklar eklenir bu bekleyişe... Dışarıdaki hatun, evdekilerden yine daha kıymetli gelir erkeğe...
O nedenle bir an önce son verin bu ‘okul+hoca+koca’ muhabbetine, yoksa sonunda kadınlar birlik olup, kıyameti koparır ona göre...

8 Mart 2012 Perşembe

‘MAVİ’YE BASAN ÇÖPE GİDER(!), ‘SARI’YA BASAN ÇÖPE GİRER(!)…

DSP Keşan İlçe Başkan Yardımcısı ve Basın Sözcüsü Cavit Deniz, geçtiğimiz günlerde düzenlediği bir basın toplantısı ile Keşan’ın şehir içi trafiğe dikkat çekti ve Keşan Belediye Başkanı Mehmet Özcan’ın geçmiş yıllardaki beyanatından bir alıntıyı da açıklamasında vurgulayarak, Başkan Özcan’ın <Şehir içi trafiği konusunda kapsamlı çalışmalar yaptık.> dediğini hatırlattı ve “Belediye Başkanı yıllardır bir şeyler söylüyor ve <Üniversiteye incelettim.> diyor. Ben de Demokratik Sol Parti olarak, <Üniversiteye inceletmenin bedeli ve ederi nedir?> diye soruyorum. Bu eder şayet ödenmişse miktarı kamuoyuna açıklanmalı.” dedi.
Ve Cavit Deniz, bununla da kalmayıp, Belediye Meclisi üyelerine de gönderme yaptı ve “1. dereceden yakınlarını işe yerleştirmekle uğraşacaklarına, şehir içi trafiğine biraz zaman harcasalardı, ki yaklaşık 8 yıldır da ilçeyi yönetiyorlar, bu ilçede bu keşmekeşliği, bu trafik işkencesini bu toplum yaşamazdı.” diye ekledi.
Cavit Deniz’in bu açıklamasına verecek cevabı olmayan Meclis üyeleri kulağının arkasına yatarken; Keşan Belediye Başkanı Mehmet Özcan’dan da Cavit Deniz’in söyledikleriyle, meydan düzenleme projesi ayrı şeyler. Ben bu projeyi yaklaşık 60 bin TL’ye çizdirdim. Geçen yıl yapılan ve içerisinde trafik analizlerini de içeren Deniz’in iddia ettiği düzenleme için ise 42 bin TL ödedim. Bizim kapalı bir konumumuz yok. Kime ne kadar ödemişsek hesaplarımız açık ve meydanda.” şeklinde cevap geldi.
Cavit Hocam, yani ne diyorsunuz siz, birde Keşan Belediye Başkanı Mehmet Özcan ve Meclis üyelerine çamur atmaya kalkıyorsunuz(!)… Baksanıza, bu keşmekeşliği yaşamak için üstüne birde 102 bin TL ödemişiz(!)… Hâlâ kalkıp, bu kadar şeffaf olan Belediyemizi karalamaya kalkıyorsunuz(!)…
2 projeye 102 bin TL veririz ama sonuç ortada; aynı hamam aynı tas… Bizde para çook, 2 proje daha çizdiririz en kısa zamanda… İller Bankası bize çalışmıyor mu nasılsa?...
Ramazan Ayı ortasında bile kokteyl verip, kutlama yapan ve buna bütçe ayıran Keşan Belediyesi değil mi?
Her yıl festivallerde kucak dolusu paralar harcanıp, günü birlik eğlencelere milyarlarca liralık bütçe ayrılmıyor mu?
Ah be Cavit Hocam, bu keşmekeşliği çekmek için üstüne para versek ne olur ki… Bizde para da çok, gelirde çok, rantta çok, hatır gönül ilişkisi de çok… Ne demiş atalarımız; yeter ki gönüller hoş olsun(!)…
Ancak… Keşan’ın şehir içi trafiğine çözüm üretilmesi ufukta görülmüyor gibi… O nedenle ben artık duaya başladım… Elin gevuruna her gece dua ediyorum ve <Bir an önce hava kararmasıyla birlikte havalanabilen araçlar üretin de bizim Keşanlı vatandaşlar rahatlasın.> diyorum… Hiç olmazsa akşam saati evine gelen vatandaşım, aracını evin önüne değil de, havalandırıp çatısına park eder(!)… Başka türlü aracını trafik keşmekeşliğinden ve gece yarısı içip de trafik güvenliğini tehlikeye sokan alkoliklerden koruması mümkün değil...
Bu işi elin gevuru çözdü, çözdü… Yoksa Keşan’da ne trafik sorunu çözülür, ne otopark yapılır, ne binalar usulüne göre inşa edilir, ne de bizim alkolikler zarar vermekten vazgeçer…
Bu arada Cavit Hocam’ın “1. dereceden yakınlarını işe yerleştirmekle uğraşacaklarına, şehir içi trafiğine biraz zaman harcasalardı, ki yaklaşık 8 yıldır da ilçeyi yönetiyorlar, bu ilçede bu keşmekeşliği, bu trafik işkencesini bu toplum yaşamazdı.” şeklindeki açıklamasını da şöyle bir cevap aydınlatır sanırım: “Yakın bir tarihte <CHP İlçe Kongresi> ve Keşan Belediyesinin <çöp konusu(!)> var… ‘Mavi’ye basan çöpe gider(!); ‘Sarı’ya basan çöpe girer(!)…” Kalın sağlıcakla sevgili demokrat CHP’liler…




2 Mart 2012 Cuma

TAKTİĞİ SİYASİLERDEN ALDIM(!)...

Gazetemizin dünkü sayısında yer alan “KOCASI TARAFINDAN BİR ERKEKLE ALDATILAN KADIN...” başlıklı köşe yazım gündeme bomba gibi düşmüş... Vallahi bunu ben değil, başkaları söyledi... Yolda rastladığım 5 kişiden 3’ü ‘kim bu adam’ derken, 5 kişiden 4’ü de ‘Keşan’da mı?’ diye sordu... Bu 10 kişiden 8’i de erkekti...
‘Kim bu adam’ kısmını anladım, ‘meraktır’ dedim ama ‘Keşan’da mı?’ diye soranlara da ‘Hayrola ihtiyaç mı var?’ şeklinde espride bulundum...
Gerek kamu kurumlarında, gerek esnaf kesiminde sabahın erken saatlerinde ‘Kim ve nereden bu adam?’ merakı ve gündemi tutması beni sadece bir yönden memnun etti...
Kamu kurumlarındaki memurum ve işçim gününe ‘amirimden bugün ne fırça yiyeceğim’ düşüncesini atarak başlarken; esnafım da ‘bugün işler kesat mı gidecek, ödeme var mı, müşteri gelecek mi?’ düşüncesini kafasından sildi ve ‘Kim bu adam?’ merakına yöneldi... Anlayacağınız ben, siyasilerimizden aldığım taktikle, gündemi bir anda değiştirip, ekonomik krizi çöpe attım... Keşan’daki memurum, işçim ve esnafımın kafasındaki kötü düşünceleri buharlaştırıp, ‘Kim bu adam’a yönlendirdim...
Bu arada merakın ötesinde, konuya ciddiyetle yaklaşılıp, eğilinmesi gerektiğini söyleyenler ve tespitlerime katıldıklarını belirtenleri de yabana atmamalıyım...
Ancak bu ‘Kim ve nereden?’ diye soranlara da cevabım; bugüne kadar hayatını normal cinsel dürtülerle devam ettirip, çoluk çocuğa karışıp, 45’inden sonra parayı da bularak sırf ‘hayatına renk katmak’ adına bu tür davranışları sergileyenlere ‘özel hayattır ve özgürdür’ düşüncesi ile yaklaşılmayıp, önlem alınmasıdır.
Bende taktik çok(!)... Siyasiler sağ olsun, hepsini öğrettiler bize... Yeni bir konuyla gündemi yine değiştirir; memurumuzu, işçimizi ve esnafımızı günübirlik de olsa oyalar, rahatlatırım... Nasılsa Keşan’ımızda kahraman da çok, figüran da... Kalın sağlıcakla...

TAKTİĞİ SİYASİLERDEN ALDIM(!)...

"TAKTİĞİ SİYASİLERDEN ALDIM(!)..." başlıklı köşe yazımı Önder Gazetesinin yarınki (3 Mart 2012) sayısında bulabilirsiniz...

KOCASI TARAFINDAN BİR ERKEKLE ALDATILAN KADIN...

Toplumumuzda aldatılan kadın ve erkeklerin sayısı her geçen gün artıyor... Aldatmaların sebepleri de bazı kişiler ve konuyla ilgilenen uzmanlarca çeşitli sebeplere bağlanıyor... Ama hiçbiri çıkıp da direkt; ‘KARAKTERSİZLİK...’ demiyor.
İlgisizlikler, duygular, belli dönemler, hormon bozuklukları vs. bahane ediliyor... Her şeyde olduğu gibi aldatmalara da bir kılıf uyduruluyor...
Şimdi diyeceksiniz ki yine; ‘Nereden çıktı bu aldatma’ diye... Bu da toplumsal bir sorun değil mi? Birçok yuva ‘aldatma ve aldatılma’ nedeniyle dağılmıyor mu? Aldatılan kadınların birçoğu kaderine boyun eğerken, bazıları boşanma yolunu seçip, evini terk etmiyor mu? Erkeklere gelince de onlar; baştan saltanat sürdüğünü ve ikinci baharını yaşadığını zannedip, 50’sinden sonra da sürünmüyor mu?
Ancak bu sefer paylaşacağım aldatma her gün duyduğum ya da gözlemlediklerimin dışında... Hoş günümüzde artık her şey moda ama bu hikâye modadan öte gibi gözüke(!)...
“Telefonum çaldı geçtiğim günlerde bir gece... Ağlamaklı bir ses duydum ahizenin ötesinde... Arayan arkadaşım, konuşmaya ihtiyacı olduğunu belirtti sadece... Tereddütsüz bir şekilde geleceğimi ifade ettim kendisine ve yaklaşık 20 dakika sonra da karşılaştık evinde...
Önce kahkahalar attı... Doğrusu şaşırdım, afalladım... Telefonda duyduğum ağlamaklı sesin yerini, kapı açıldığında kahkahalar almıştı... Bir an akli dengesini yitirmiş olabileceğini ya da beni aralarında görebilmek için düzenlenmiş bir plan olduğunu düşündüm... Ancak bu düşüncem sadece dakikalarla sınırlı kaldı... Kahkahalar atan yüzdeki görüntü bir anda hıçkırıklara büründü... Olabildiğine ağlıyordu... Neydi bu kadını bu kadar ağlatan, çok merak ettiğim halde, ‘Hadi anlat, bir an önce hikayeyi duymak istiyorum’ bile diyemedim... Çünkü önce mimiklerle içini döküyordu bu kadın... Kelimelerin sonra döküleceği belliydi... Ve o anda geldi... ‘Kocam beni aldattı’ dedi... Çok şükür rahatlamıştım... Bunca göz yaşı, hıçkırık ardından acı bir hikâye bekliyordum... ‘Oh’ dedim önce... Sonra da ‘Üzüldüğün şeye bak, senin gibi binlerce kadın ve hatta erkek var aldatılan, kendini bu kadar harap etmeye gerek var mı?’ diye teselli etmeye çalıştım ve ‘Erkeklerin hamurunda var, boşveer, ya çekersin, ya da çekip kapıyı gidersin’ dedim...
Ancak hıçkırık sesleri bu sefer daha çok yükseldi... İki eli saçlarının arasında ve kafasını dizlerine vuruyordu... ‘Ben’ dedi, ‘Ben, bir erkeğe tercih edilecek kadar çirkin bir kadın mıyım?’... Önce ne söylediğini anlayamadım ya da anlamak istemedim... Bir süre bakıştık... Kilitlendim, söyleyecek söz bulamadım... İfadesini bir daha tekrarlamasını bekledim emin olmak için... Ve tekrarladı da... Kocası tarafından bir erkekle aldatılmıştı ve tanık olmuştu bu bayan ihanete... Sonra da kocası tarafından doğrulanmış ve aşık olduğu belirtilmişti bu erkeğe... Ve sonrasında da; ‘Ya kal ya da çek git gidebildiğin yere...’ demişti kocası bu kadına...
Kadın kalır ya da çeker gider, orası kendine özel... Ancak bırak güzel, Afrodit olsan karşındaki erkek karaktersizse ne yazar...
Evet... Bu kadın kocası tarafından aldatılmanın ezikliği ile baş başa kalmıştı... Kocası onu bir kadınla aldatsaydı belki ‘erkeğin elinin kınası’ misali böbürlenecekti bile(!)... Ama bu aldatış, belki de hayatı boyunca gözünün önünden gitmeyecek, hafızasından silinmeyecek bir dram olarak yaşayacaktı...”
Gelelim sadede... Bu ve benzeri aldatmaları hep duyarız, okuruz, izleriz... Hatta görsel olarak televizyonlarda bizzat konu olurlar dizilere, filmlere... Ailecek heyecanla seyrederiz, ‘bir gün ya bizim de başımıza gelirse’ hesabı yapmadan... Okullarda konferanslar verilir, çeşitli seminerler düzenlenir ve çocuklarımız ile gençlerimiz bilgilendirilir... Ancak iş ‘aldatmaya’ gelince hiçbir kıpırtı yok, ‘gayet olağan’ olduğu düşüncesiyle...
Erkek çocukları saçını uzatıp, toka takmayı ihmal etmez, kulağına küpe takar, elinde bilezikler... Ama ailelere göre normal, gençlere göre de haydi haydi normal... Eee... bütün bunlar normal olunca da erkeğin erkeğe aşık olmasını anormal karşılamayalım(!) lütfen... Tabii ki bu işi uzmanlar çok daha iyi bilirler(!)... Erkek erkeğe aşık olduysa çıkıp ‘KARAKTERSİZLİK...’ diyeceklerine, hormonlara bağlarlar...
Ne diyeyim; siz bu işi hormonlara bağladığınız sürece, daha neler görüp, duyacağız, Allah sonumuzu hayır ede...
(İtalik olan bölüm gerçek ama bir arkadaşım tarafından bana iletilen ve kaleme almam istenilen bir olaydır.)

1 Mart 2012 Perşembe

KOCASI TARAFINDAN BİR ERKEKLE ALDATILAN KADIN...

"KOCASI TARAFINDAN BİR ERKEKLE ALDATILAN KADIN..." başlıklı köşe yazımı Önder gazetesinin yarınki (2 Mart 2012) sayısında okuyabilirsiniz...